AİHM Büyük Dairesi, dört yıldır tutuklu bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutukluluk halinin derhal kaldırılmasına karar verdi.
Hatırlanacağı üzere AİHM, iki yıl önce de tutukluluğun sona erdirilmesi ile ilgili bir karar almıştı.
Büyük Daire, Demirtaş’ın, mahkemeye göre hukuki olmaktan çok siyasi saiklere dayanan tutukluluk halinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin dört maddesini ihlal ettiği hükmüne varmış.
Bu kanaate, CB Erdoğan’ın, iki yıl önceki karar üzerine söylediği Türkiye yargısına, “karşı hamle yapar işi bitiririz” gibi... benzer açıklamaların etkili olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki,
AİHM’nin kararı berat değil, uzun süren tutukluluğun sona erdirilmesidir.
Şimdi Selahattin Demirtaş’ın isminin üzerini kapatarak, bütün vatandaşlarımız için değerlendirelim.
Bir dava, 4 yıl nasıl karara bağlanmaz?
4 yıl tutuklu olan bir kişi, yargılandığı dosyadan berat etse, bir yıl veya iki yıl ceza alsa, ne olacak? Hak mağduriyetini kim nasıl telafi edecek?
Burada, AİHM’nin aldığı karardan ziyade, üzerinde durulması gereken esas nokta;
* Ülkemizde, mahkemelerdeki davaların, neden geç sonuçlandığı? Ve
* Yargının bağımsızlığı: Yargının üzerindeki yürütmenin etkisi,
Anayasa Mahkemesinin, 15 üyesinden 12 sini Cumhurbaşkanının atadığı,
Adalet Bakanının tabii üye olduğu HSK’nin 13 üyesinden 6’sını Cumhurbaşkanı atıyor, kalan 7 üye ise, TBMM’den atanıyor. İktidarın Meclis’te de çoğunlukta olduğu düşünüldüğünde, böyle bir yapının üzerinde siyasi baskı atmosferi olmaz mı?
Selahattin Demirtaş’ın davasında, CB Erdoğan ve İçişleri Bakanı Soylunun, “Teröristir”, “Suçludur,” “Mahkemelerimiz yol vermez” açıklamalarını göz önüne alan mahkeme, karar verebilecek mi? Elbette zorlanacaktır.
Bu, açıkça yürütmenin yargı üzerindeki etkisini ortaya koymaktadır. Bu da AİHM’nin siyasi saik kanaatinin oluşmasının sebeplerinden biri olmuştur.
Sıradan bir vatandaşın, sürmekte olan bir dava için konuşması mahkemeleri etkilemez, ama Cumhurbaşkanı konuşuyorsa elbette müsbet veya menfi etkilyecektir.
Biz, burada Demirtaş’ın suçlu olup olmadığına bakmıyoruz. Elbette buna kanunlar ve delillere göre, hukuk çerçevesinde bağımsız mahkemeler (!) karar verecektir.
Diğer taraftan; AİHM kararı bizi bağlar / bağlamaz söylemi,
1989 yılında yapılan bir değişiklikle anayasanın 90. Maddesinde de belirtildiği üzere usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir ve Türkiye’nin 25.9.1989 tarihinde onayladığı antlaşmanın 46. maddesinin “Hükümlerin Bağlayıcılığı ve İcrası” başlıklı yeni 46. maddesine göre de “Yüksek Sözleşmeci Taraflar, tarafı bulundukları herhangi bir davada mahkemenin kesin hükmü ile bağlı kalmayı üstlenirler.”
Devlet olarak bu maddelere imza atılmış ve vatandaşlarına bireysel başvuru hakkı vermişsiniz. Buna dayanarak CB Erdoğan kendisi üç kere AİHM’ye başvurmuş.
Siz devlet olarak, uluslararası anlaşmalara ve sözleşmelere imza atmışsanız, verilen kararı eleştirebilir, ancak beğenir beğenmezsiniz veya kişiyi sever sevmezsiniz, imzanız sizi bağlar.
“Bizi bağlamaz” derseniz, uluslararası arenada itibarınızı ve güvenirliğinizi yitirmiş olursunuz.
İktidar, uluslararası bütün sonuçlarını göz önüne alarak, “Biz AİHM’yi tanımıyor ve bağlayıcılığıyla ilgili attığımız imzayı geri çekiyoruz” diyebilir. O zaman AİHM’nin aldığı kararları tanımaz ve uygulamaz.
Kaldı ki,
Savunma için, yerli ve milli bir iktidar (!) olarak sanki yerli bir avukat yokmuş gibi Alman bir avukat görevlendirip savunma yapıyorsun, mahkemenin verdiği 60 bin 400 euro tazminatı kabul ediyor ve ödüyorsun, alyhte karar çkınca da “Biz kabul etmiyoruz, bizi bağlamaz” diyorsun. Bu çok açık bir çelişkidir.
Bu durum, şu hikayeye benziyor:
Bir köylü ile köyün ağası arasında bir anlaşmazlık var. Köylü, köy ağasına “Hocaya gidelim, aramızı bulsun” der.
Köyün ağası, “Tamam, hocaya gidelim. Eğer hoca bana hak verirse mesele yok; ama bana hak vermezse, zaten kabul etmeyeceğim” demiş.
Halbuki bizim öyle adil bir yargı sistemimiz olmalıydı ki, hiç kimse AİHM’ye gitme ihtiyacı duymasaydı. Hatta Avrupa ve diğer ülkeler, bizim yargı sistemimizi ve adaletimizi örnek almalıydı. Çünkü Allah’ın Esma-i Hüsna’sından olan “El-Adl” isminin olması, Kur’ân-ı Kerim’de, Adalet: 28, Kıst: 25, Mizan: 23 olmak üzere toplam 76 sefer adaletten bahsedilmiş olan Kur'ân-ı Kerim’e inanan bir ülke olarak, en çok Adalet vasfı öne çıkmalıydı.
Kur'ân-ı Kerim’de, adalete bu kadar çok atıf yapılması, adalete, hak ve hukuka verilen önemi göstermektedir.
Geç de olsa, bu karar sonrası ve tam da “adalet reformundan” bahsedilmişken, yapılan yanlışlardan vazgeçilebilir, eksiklikler tamamlanabilir, hak ve hukuka dayalı, bağımsız ve adil bir yargı sistemi oluşturulabilir. Yeter ki o irade ve zihniyeti ortaya koyabilelim.
Vesselâm...