Hayatı

29 Mart 1909 tarihinde Halep’te doğdu. İlk ve orta tahsilinden sonra, Hüsreviyye Medresesi’nde İslâmî ilimler eğitimi aldı. Dımaşk Üniversitesi’nde Hukuk ve Edebiyat fakültelerini tamamladıktan sonra (1935), Paris Üniversitesi’nde Roma hukuku sahasında yüksek lisansını ve La jurisprudence dans le droit Islamique başlıklı teziyle de doktorasını tamamladı (1941). Doktorası devam ederken Fransız asıllı mühtedi bir bayanla evlendi. Paris’te Arap asıllı öğrencileri örgütleyerek, daha sonra zaman zaman Fransız yöneticilerin, Paris’in işgalinden sonra da Alman yetkililerin de muhatap alacakları Arap Öğrenci Birliği’ni kurdu.

Devâlîbî memleketini dönüşünü müteakip bir müddet avukatlık yaptıktan sonra Dımaşk Üniversitesi’ne intisap etti. Bir yandan hukuk tarihi ve Roma hukuku kürsülerini idare edip, bu sahada dersler verirken, bir yandan da Külliyyetü’ş-Şeria’da İslâm hukuku dersleri verdi.

Devâlîbî akademik hayatının yanı sıra, siyasetle içli dışlı oldu. Bu bağlamda Suriye’nin Fransız işgalinden kurtarılması için mücadele etti. 1947-1963 arası el-Kütletü’l-Vataniyye’den milletvekilliği yaptı. Bu süreçte ekonomi, savunma ve dışişleri bakanlıklarının yanı sıra, kısa bir süre de olsa başbakanlık görevini de üstlendi (1951). Bir darbe ile uzaklaştırılmasının ve bir süre hapis yatmasının ardından Devâlîbî 1954’teki seçimlerle tekrar parlamentoya girdi ve savunma bakanı oldu. 1955’te kendisinin de temsilci olarak katıldığı Bandung Konferansı’nda sömürgecilik bütün yönleriyle eleştirilmiş ve bu konferanstan 1961’de Bağlantısızlar Bloku meydana gelmiştir. 1963’te yönetimi ele geçiren Ba’s Partisi, kendisinden ülkeyi terk etmesini isteyince, Kral Faysal b. Abdülaziz’in davetiyle 1964’te Suudi Arabistan’a göç etmek zorunda kaldı. Bir yandan Suud yönetimine danışmanlık yapıp, uluslararası kuruluş ve programlarda temsilcilik yapan Devâlîbî, diğer yandan ilmî çalışmalarına da devam etti. Hayatının sonuna kadar bir daha kendi ülkesine dönemeyen Devâlîbî, 15 Ocak 2004’te Riyad’da hayata gözlerini yumdu.

İslam Düşünürleri

Öğretisi

İlim, siyaset ve hukuk adamı Muhammed Ma’rûf ed-Devâlîbî’nin ilim ve düşünce hayatının merkezinde “ictihad” kavramının yer aldığı ifade edilebilir. Bu durum müellifin Paris Üniversitesi’nde sunduğu doktora tezinden (La jurisprudence dans le droit İslâmique (İslâm Hukukunda İctihad)) başlamak üzere, fıkıh usûlüne dair kaleme aldığı mühim eseri el-Medhal ilâ ʿilmi uṣûli’l-fıkh isimli çalışmasından, furû fıkha ve siyasete dair birçok esere kadar kendisini göstermektedir. Müellifin zamanında İslâm hukukunda ictihada vurgunun her şeyden önce dönemin ruhunun bir yansıması olduğu ifade edilebilir. Zira söz konusu dönem pozitivist düşüncenin oldukça egemen olduğu bir dönemdir ve bu anlayışa göre metafizik dönem artık geride bırakılıp pozitif döneme gelinmiştir ki, bu dönemde dinle ilgili hemen her şey değer kaybına uğramıştır. Böyle bir bakış açısıyla bir dine ait bulunması ve naslara dayalı olması hasebiyle İslâm hukuku donuk karakterde bir hukuk sistemi iken, İslâm dini silahla yayılmış bir dindir ve İslâm’ın siyaset sistemi ise teokrasidir. Bu ve benzeri ithamların dönemin diğer Müslüman ilim ve fikir adamları gibi Devâlîbî’yi de bir ölçüde savunmacı bir yaklaşıma ittiği söylenebilir. Söz konusu savunmacı yaklaşımda yer yer, görece daha insaflı kabul edilebilecek Batılı ilim adamları da referans alınmıştır ki, bu bağlamda Devâlîbî’nin çalışmalarında dikkati çeken isimler arasında Ignaz Goldziher, Gustave Le Bon, Henri Massé, Jacque Austruy yer almaktadır.

Devâlîbî İslâm hukukunda ictihadın kapsamının, Batı hukukuna kıyasla çok daha geniş olduğunu savunmaktadır. Bu hususun daha iyi anlaşılabilmesi için müellif tarafından genel manada ictihadın muhtevasının belirlenmesi için geliştirilen üç ictihad türünü hatırlamakta yarar vardır. Müellife göre İslâm hukukçuları (müctehid, kadı ve müftüler) hükmü Kur’ân ve sünnette açıkça belirtilmemiş bir meseleyle karşılaştıklarında genel olarak üç türlü bir araştırma içerisine girmişlerdir: a. Çözümü aranan meseleyle ilgili olan nassın sınırlarını belirleme. Bu araştırmanın hedefi, söz konusu meselenin nassın kapsamına girip girmediğinin belirlenmesidir. İctihadın bu ilk türü “açıklama, yorum veya açıklamaya dayalı ictihad (el-İctihâdu’l-Beyânî)” olarak isimlendirilmiştir. b. İkinci tür araştırmada çözümü aranan meseleye uygun düşen illetin ortaya çıkarılmasına çalışılmıştır ki, bu kısım “Kıyas ictihadı (el-İctihâdü’l-Kıyâsî)” olarak adlandırılmıştır. c. Üçüncü aşamada ise Müslüman hukuk insanları genel olarak İslâm hukukunun özünü naslarda yer alan hükümlerin özünden çıkarmaya ve buradan hareketle hakkında nas bulunmayan meselenin çözümüne yardımcı olabilecek bir adâlet ilkesi veya bir hukuk prensibi ortaya koymaya odaklanmışlardır. Bu son araştırma türüne ise “Maslahata dayalı ictihad” (el-İctihâdü’l-İstıslâhî) ismini vermişlerdir. Devâlîbî’ye göre, Batı hukukunda ictihad daha ziyade bir yorum yöntemi olarak görülmüş, hukuk uygulayıcılarına bunun ötesinde yetki verilmesi riskli bir yaklaşım olarak değerlendirilmiştir. Müellifin ictihad taksimi dikkate alınarak değerlendirildiğinde denebilir ki, Batı’da ictihad özellikle el-İctihâdu’l-Beyânî, bir noktaya kadar el-İctihâdü’l-Kıyâsî olarak anlaşılmış, özellikle el-İctihâdü’l-İstıslâhî, uygulaması riskli bir içtihat türü olarak algılanmıştır. Oysa İslâm dünyasında başlangıçtan itibaren ictihad, bu üç türüyle birlikte uygulama alanı bulmuştur.

Müellife göre İslâm hukukçuları, özelde el-İctihâdü’l-İstıslâhî’de genelde ise içtihadın üç türünde de vâkî olabilecek keyfîlikleri çok erken bir dönemde fark etmişler ve bunun önüne geçilebilmesi için fıkıh usûlü ilmi adı verilen bir disiplin geliştirmişlerdir. Bu disiplinin ortaya çıkmasından önce, özellikle sahabe tarafından, hukuk melekelerine dayanılarak yürütülen ictihad, zamanla bu melekenin zayıflamasına bağlı olarak, söz konusu disiplinle birlikte bir takım kaide ve kurallara bağlanmıştır. Bu disiplinle birlikte Müslüman hukuk adamları yalnızca fer’î meselelerin çözümleri üzerinde değil, aynı zamanda bu çözümlere götürecek kural ve ilkeler üzerinde de düşünmek suretiyle hukuk ilminde öncülük yapmışlardır.

Dönemin kimi Batılı yazarlarının iddialarının aksine, İslâm hukukunun donuk karakterde olmayıp dinamik bir yapıya sahip olduğunu daha belirgin biçimde ortaya koyuyor olması hasebiyle olsa gerek, müellifin hukuk düşüncesinde el-İctihâdü’l-İstıslâhî’nin özel bir yeri olduğu vurgulanabilir ki, bu durum günümüze kadar devam eden belirgin bir bakış açısını da ifade etmektedir. Bu bağlamda Hz. Ömer’in, müellefe-i kulûb hissesinin verilmemesi, bir kıtlık yılında hırsızlık cezasının uygulanmaması, kocası kaybolmuş kadının bekleme süresinin dört yılla sınırlandırılması ve fethedilen toprakların gazilere dağıtılmayıp haraç arazisi olarak sahiplerinin elinde bırakılması gibi tasarrufları ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Devâlîbî’ye göre bu ve benzeri yaklaşımların temelinde, ilke olarak Müslüman hukuk adamlarının hepsince benimsenmiş olan şu genel kural yatmaktadır: “Dinin (şeriat) amacı ancak insanların faydasına olan şeylerdir (maslahat) ve hukuk (şeriat) bu faydaya göre şekillenir”. İbn Akîl’in şu değerlendirmesi de müellifimizin düşüncesini net bir şekilde yansıtıyor görünmektedir: “Ortada bir âyet ya da hadis olmasa da İslâm siyasetinin uygulanmasıyla, insanlar maslahata en yakın ve mefsedetten de en uzak bir konumda olagelmişlerdir”.

İmam Şâfiî’nin, Avrupa’da özellikle modern dönem öncesi gelişen geleneksel yorum yöntemine (Méthode traditionnelle) benzer şekilde beyân ve kıyas türlerinden ibaret görmek suretiyle içtihadın sahasını daralttığını ifade eden müellifimizin maslahata dayalı ictihad anlayışı istihsanı da içine alacak genişlikte olsa da yine de et-Tûfî derecesinde değildir. Nitekim Devâlîbî Necmeddin et-Tûfî’nin maslahat konusunda aşırı bir tutum sergilemiş olduğunu ifade etmiştir. Diğer yandan müellifin maslahata dayalı ictihada vurgu yapması, beyân eksenli ictihad anlayışını ihmal ettiği şeklinde de anlaşılmamalıdır. Nitekim kendisi el-Medhal’inde umum-husûs ve tahsis konularına oldukça uzunca yer vermiştir ki, temelde hukuk fakültelerinin ve hukuk uygulayıcılarının hukuk metodolojisi gereksinimlerini karşılamak üzere kaleme alınmış olan mezkûr eser için bu gayet anlaşılır bir durumdur. 

Devâlîbî’nin düşünce dünyasının anlaşılmasında kuşkusuz, istifade ettiği müellif ve eserler önemli ipuçları vermektedir. Bunların başında dönemin anlayışını da net bir şekilde ortaya koyan şu eserler gelmektedir: İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid; İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lamu’l-Muvakkıîn an Rabbi’l-Âlemîn; et-Turuku’l-Hükmiyye fi Siyaseti’ş-Şer’iyye; Şâtıbî, el-Muvâfakât; Hudarî, Muhammed, Tarihu’t-Teşrii’l-İslâmî; Hallâf, Abdülvehhab, es-Siyasetu’ş-Şer’iyye; Târihu’t-Teşrii’l-İslâmî; Ahmed Emîn’in ve Ebu Zehre’nin eserleri.

Klasik İslâmî ilimlere ve İslâm hukukuna olduğu kadar Batılı literatüre de gayet vâkıf olduğu anlaşılan müellif, söz konusu eserlerin yanı sıra İslâm hukukunun mezhep eksenli klasik kaynaklarından ve özellikle Fransızca eserlerden de istifade etmiştir.

Devâlîbî’nin maslahat eksenli ictihad tezi furû sahasında ortaya koyduğu, cüretkâr olarak kabul edilebilecek ve tartışmalara da yol açmış kimi görüşlerinde de kendisini göstermektedir. Örnek olarak İslâm’da yasaklanan faizin üretim değil, tüketim faizi olduğu ve mürteddin, ancak muharip olması durumunda öldürülebileceği, görüşleri verilebilir.

Yazarın düşünce sisteminde fıkıh usûlü açısından kollektif ictihad ve icmâ ile siyaset sahasında ise demokrasi düşüncesiyle irtibatlandırılan “şûrâ” kavramının da özel bir önemi olduğu dikkati çekmektedir, bu durum da zamanının ruhuna uygun bir yaklaşımdır. Bu bağlamda şûrânın zaman içinde icmâya evrildiği şeklindeki görüşün, icmâın mahiyeti göz önünde bulundurulduğunda ihtiyatla karşılanması gerektiği açıktır.

Yazar siyaset ve iktisat bağlamındaki değerlendirmelerinde sürekli, dönemin gerçekliği olan kapitalizm (liberalizm, demokrasi) ve komünizm (Marksizm) olgularını göz önünde bulundurmakta, ancak her iki sisteme de mesafeli durmaktadır. Zira yazara göre, ilkinde çoğunluğun azınlığa, ikincisinde ise azınlığın çoğunluğa tahakkümü söz konusudur. Oysa İslâm siyaset düşüncesinde bu ikisine de hoş bakılmayıp özellikle bey’at üzerinden bir taraftan halkın görüşü alınmaya çalışılırken, diğer yandan uzmanların da desteğiyle en iyi ve en yararlıya ulaşılmak hedeflenmektedir. Diğer yandan müellif, bir devleti oluşturan halk, hükûmet ve yasa şeklindeki üç unsurun, yine dönemin oryantalistlerinin kanaatlerinin aksine, İslâm’da Hz. Peygamber döneminde itibaren, özellikle Medine Sözleşmesi özelinde gerçekleşmiş olduğunu savunmakta ve söz konusu yaklaşım sahiplerini İslâm konusunda yeterince iyi niyet ve bilgi sahibi olmamakla nitelemektedir.

Öne Çıkan Eserleri

  • La Jurisprudence Dans le Droit İslâmique: Yayımlanmamış Doktora Tezi, Paris 1941.

  • el-Medhal ilâ Hukûkı’r-Rûmâniyye: Dımaşk 1948.

  • el-Medhal ilâ ʿİlmi Uṣûli’l-Fıkh: Dımaşk 1949, 1959, 1963, 1965.

  • Naẓarât İslâmiyye fi’l-İştirâkiyyeti’s-Sevriyye: Beyrut 1965, 1966, 1399/1979; İslâm Gözüyle İhtilâlci Sosyalizm, çev. Mustafa Mutlu, Hilal Yayınları, Ankara 1968.

  • el-İslâm Emâme’r-Reʾsimâliyye ve’l-Marksiyye: Beyrut 1965; Marksizm ve Kapitalizm Karşısında İslâm, Dava Yayınları, İstanbul 1970.

  • Vazʿu’l-Merʾe fi’l-İslâm: Beyrut 1981, 1989; Kahire-Beyrut 1998.

  • L’état et le Pouvoir en Islam (ed-Devle ve’s-Sulṭa fi’l-İslâm):  Beyrut 1983; Kahire 1984, 1998; İslâm’da Devlet ve İktidar, çev. Mehmed Said Hatiboğlu, Dergâh Yayınları, İstanbul 1985.

  • L’individu et la Société en Islam: (Abdülvehhâb Bouhdiba ile birlikte), Paris 1994.

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu