Hayatı
Doğum tarihi ve yeri kesin olarak bilinmemektedir. Kaynaklarda lakâbı, en önemli eseri olan Risâle-i Muhammediyye’ye nispeten “sâhib-i Muhammediyye” olarak geçer. Bu eser, sadece Anadolu coğrafyasında değil; XVI. yüzyıldan başlayarak Kırım’da ve sonraki zamanlarda Kazan Türkleri ve Başkurtlar arasında büyük bir kutsiyet kazanmış bir mesnevîdir. Muhammed Efendi Megâribü’z-zamân li-gurûbi’l-eşyâʾ fi’l-aʿyn ve’l-ıʿyân adlı Arapça mensûr eserini muhataplarını gözetmek ve kaynak metni sadeleştirmek sureti ile manzum olarak tercüme etmiştir. Yüzyıllarca Osmanlı coğrafyasında şöhret bulmuş bu eserin tesiri Tanzimat dönemine kadar sürmüştür. Son zamanlarda ortaya çıkarılan bazı belgeler, XIX. yüzyılda, cülûs merasimlerinde, Gelibolu’daki müellif hattı Muhammediyye nüshasının dersaadete getirilmesinin mutad olduğunu kaydetmektedir. Bu eser üzerine İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137/1725) tarafından Ferahu’r-Rûh adlı bir şerh yazılmıştır.
Muhammed Efendi, vefât etmiş olduğu yer olan Gelibolu’ya sonradan gelmiş olduğunu kendi eserlerinde ifâde eder. Her ne kadar bazı eski ve çağdaş kaynaklar doğum yeri olarak Malkara’nın Kadıköy adlı mahallini vermiş olsalar da bu doğru gözükmemektedir. Çünkü Muhammed Efendi’nin babası Yazıcı Sâlih, yazmış olduğu Melhame adlı eseri Ankara’da mukim Devlet Han âilesinden İskender bin Hacı Paşa’ya ithâf etmiştir. Ayrıca, son zamanlarda bahsi geçen Kadıköy adlı mahalde yapılan saha çalışmaları Kadıköy’de doğmamış olduğuna dâir tahminleri kuvvetlendirmektedir.
Kendi eserlerinde ismen bahsettiği ve görüşlerini aktardığı hocalarından bahsetmeden önce tabiî olarak ilk hocası olarak kabul edebileceğimiz babası Yazıcı Sâlih’ten (ö. 811/1409’dan sonra) söz etmek; yetiştiği ilmî çevre ve bu çevrenin ilim hayatı üzerindeki tesirini tespite imkân sağlayacaktır.
Bazı kaynakların Osmanlı devletinin kâtiplerinden olduğunu ifâde ettiği Yazıcı Sâlih’in bugüne kadar tespit edilmiş tek eseri Şemsiyye isimli kitaptır. 811/1408 tarihinde tamamlanan kitap; tevhîd, na‘t, mi‘râc-ı Nebî, Hulefâ-i Râşidîne medhiyye, sebeb-i te’lîf ve Yazıcı Sâlih’in ilk hâmîsi Kasaboğlu Ali Bey ve daha sonraki hâmîsi Devlet Han âilesinden İskenderpaşa’ya medhiyye ile başlar. Eser, her biri bir aya karşılık gelen on iki bâbdan oluşmakta, her bâbda ise yirmi beş fasıl bulunmaktadır.
Bu fasıllar, o ay içerisinde olabilecek yer ve gök olaylarının bir dökümü gibidir. (Örn. Dolu yağması, ay tutulması, deprem olması, gök gürlemesi vb. gibi) Bu yirmi beş fasıl bütün bâblarda hemen hemen aynıdır. O ay içerisinde bu değişik yer ve gök olaylarının vukuu bulması durumunda ne gibi ictimâi, siyâsî hadiselerin meydana gelebileceğine dair tahminlerde bulunulur.
Evliyâ Çelebi’nin (ö. 1095/1684 [?]) “İlm-i Nücûmda gûyâ Fisogeres-i tevhîdî idi.” ifâdeleri ile methettiği Yazıcı Sâlih’in ilme verdiği kıymeti;
“Âdemî oldur ki dâniş yâr ola / Cehl ile gitmek cihandan â‘r ola
İlim ile irdi irenler menzile / Câhilün kadri vazı‘ gelmez dile
beyitleri ile birlikte;
“Yâdigâr oldı bize kaldı sünen / Olmadı mahrûm elin i‘lme sunan”
ifadelerinden de anlayabilmek mümkündür.
Yazıcızâde Muhammed Efendi’nin babasından sonraki ilk hocası, “Hem Üstâdım benim Zeynü’l-Arab’dı / Kim içi dışı ilim ile edebdi” beyitlerinde kendisinin de ifâde ettiği gibi Zeynü’l-Arab’dır.
Kâtib Çelebi (ö. 1067/1657) tarafından künyesi Alî b. Abdillâh b. Ahmed olarak verilen diğer bazı kaynaklarda “Mısrî” nisbesi ile, bazı yazmalarda ise “Nahcuvânî” nisbesi ile anılan Zeynü’l-Arab’ın vefat tarihi ile ilgili 757/1357 kaydı mevcuttur. Zeynü’l-Arab’ın; Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) nahiv ilmine dair yazdığı el-Enmûzec adlı esere yazdığı bir şerh, İbn Sînâ’nın (ö. 428/1037) el-Kânûn fi’t-tıbb adlı eserine yazdığı bir şerh ve Ferrâ el-Begavî’nin (ö. 516/1122) Mesâbîhu’s-Sünne adlı eserine yazdığı şerh olmak üzere üç adet kitabından bahsedilmektedir.
Mevcut bilgiler, Zeynü’l-Arab’ın Rumeli ve Anadolu topraklarına yaptığı bir seyahatten bahsetmezler. Bu bilgilerden yola çıkan bazı araştırmacılar Yazıcızâde Muhammed Efendi’nin, ilk hocası olarak tanımladığı Zeynü’l-Arab ile görüşmemiş olduğunu ve dolayısı ile eserlerinden istifade ettiği için böyle bir ifade de bulunduğunu iddia etmişlerdir. Lâkin Yazıcızâde Muhammed Efendi başta ilk eseri olan Megâribü’z-zamân’da olmak üzere diğer eserlerinde farklı ilim sahalarına dair yüzlerce kişiden ve eserden bahsetmektedir. Ayrıca Muhammed Efendi, Zeynü’l-Arab’dan bahsettiği:
“Hem Üstâdım benim Zeynü’l-Arab’dı / Kim içi dışı ilim ile edebdi”
beytinde, vefât etmiş olduğu anlaşılan hocası hakkında -di’li geçmiş zaman eki kullanmaktadır. Eğer Zeynü’l-Arab’ın kitaplarından istifade ederek hocası ittihaz etmiş olsa böyle bir zaman kipi kullanmayacağı âşikardır. Ayrıca beytin ikinci kısmında yer alan “Kim içi dışı ilim ile edebdi” şeklindeki bir vasıflandırmanın; görülen, tanınan biri hakkında kullanılmış olması gerekmektedir.
Yazıcızâde Muhammed Efendi’nin tahsil hayatında çok önemli bir yere sahip diğer isim Burhâneddîn Haydâr el-Herevî’dir (ö. 830/1426).
Hem Üstâdım benim Zeynü’l-Arab’dı / Kim içi dışı ilim ile edebdi
Çü himmet etti erdim ona ön ben / Eriştim Haydâr-ı Hâfî’ye son ben”
Ara yerde çok ettim istifâde / Hem ön son kim ki ettise ifâde
beyitleriyle de bunu tasrih eder.
Taşköprülüzâde Ahmed Efendi (ö. 968/1561), bu zâtın tam adını Burhânüddîn b. Muhammed el-Hâfî el-Herevî olarak kaydederek Teftâzânî’nin (ö. 792/1390) talebesi olduğunun üzerinde durur. Kâtib Çelebi ise Kemalpaşazâde’den (ö. 940/1534) naklen Haydar-ı Hâfî’nin sadece Teftâzânî’nin değil, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin (ö. 816/1413) de talebesi olduğunu belirtir. Herevî’nin, hocası Teftâzânî’nin Şerhu’l-Keşşâf isimli eserine yazdığı bir haşiyesi, Hatîb el-Kazvînî’nin (ö. 739/1338) el-Îzâh adlı eserine ve el-Ferâizü’l-sirâciyye üzerine yazdığı birer şerh mevcuttur. Serahs, Semerkand, Şirâz, Tebrîz gibi değişik yerlerde bulunduktan sonra Sultan I. Mehmed’in (1413-1421) ricâsı ile Rumeli’ye gelmiş ve Edirne’de müftülük ve müderrislik yapmıştır. Gelibolulu Mustafa Âlî, Haydâr-ı Herevî’nin eşi az bulunur bir ilim adamı olduğunu ve takvâ ve verâı hususunda bütün alimlerin ittifak halinde olduğunu söyler.
Haydar-ı Herevî’nin ilmî üstünlüğüne delil olarak yetiştirdiği talebelerin zikredilmesi yerinde olacaktır. Taşköprülüzâde, I. Mehmed devri şeyhülislâmı Fahreddîn-i Acemî’den (ö. 865/1460-61) bahsederken O’nun Hadis icâzetini Haydâr-ı Herevî’den, Herevî’nin ise icâzetini Teftâzânî’den aldığını ifade eder. Yetiştirdiği diğer talebeler arasında Muhyiddîn Mehmed Kâfiyeci (ö. 879/1474), Hızır Bey (ö. 863/1459), Molla Hüsrev (ö. 885/1480) ve Yazıcızâde Muhammed Efendi’yi zikretmek mümkündür.
Haydâr-ı Herevî’nin talebelerini nerede yetiştirmiş olduğu sorusunun cevabı tespit ettiğimiz kaynaklar arasında sadece Mehmed Mecdî Efendi’nin (v. 999/1591) Hadâikü’ş-Şekâik adlı eserinde mevcuttur. Mecdî Efendi, Haydâr-ı Herevî’nin Edirne Şah Melek Medresesi’nde müderrislik yaptığını kaydeder.
Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin’in (ö. 823/1420) idamına vermiş olduğu fetva ile de bilinen Haydâr-ı Herevî Yazıcızâde Muhammed Efendi’nin fikirleri üzerinde ciddi tesirleri olan bir âlimdir.
Yazıcızâde Muhammed Efendi’nin hayatından bahsederken üzerinde durulması gereken en önemli hususlardan biri Hacı Bayrâm-ı Velî (ö. 833/1430) ile olan münasebetidir.
Hacı Bayrâm-ı Velî’nin etkinliğinin artması ve hakkında bazı dedikoduların çıkması neticesinde II. Murad tarafından Edirne’ye celbedilmesi hadisesi Muhammed Efendi’nin tasavvufî hayata intisaplarının dönüm noktası olması açısından mühimdir.
Tarihî kaynaklar bu hadiseden kısaca: “Müritlerinin çokluğundan dolayı Ankara’da bir hadise çıkaracağı ihbâr edilen Hacı Bayrâm-ı Velî (ö. 833/1430) II. Murad tarafından Edirne’ye getirtilerek söylenen şeylerin aslı olmadığı görülüp vaâz ve nasihatte bulunarak kendisine layık hürmetle Ankara’ya avdet etmiştir.” Şeklinde bahsederler. Pâyitaht’a davet edilen Hacı Bayrâm-ı Velî Edirne’ye Akşemseddin ve birkaç diğer müridi ile beraber Edirne’ye varır, Padişah kendisinin sohbetini dinler ve hakkında söylenenlerin iftira olduğunu anlar. Hacı Bayrâm-ı Velî Edirne Eski Camii’de padişahında iştirâki ile birkaç vaaz eder ve Ankara’ya dönmek için yola revân olur. Kaynaklar Hacı Bayrâm’ın Edirne’ye celbi esnâsında ve Edirne’de göstermiş olduğu değişik kerametlerden bahsederler.
Bu yolculuğun bu Yazıcızâde Muhammed Efendi açısından ehemmiyyeti, eldeki kaynakların Muhammed Efendi ile Hacı Bayrâm-ı Velî buluşmasının ve kendisine intisâplarının bu yolculuk esnâsında vukuu bulmasından bahsedişlerinden kaynaklanmaktadır. Muhammed Efendi ile görüşmesi Edirne’ye gider iken mi döner iken mi olduğu ihtilaflı bir konu olsa da Hacı Bayrâm tarafından Muhammed Efendi’ye Bayrâmiyye hilâfetinin bu yolculuk esnasında verildiği noktasında kaynaklar ittifâk halindedir. Muhammed Efendi ile Hacı Bayrâm-ı Velî arasındaki münasebetin daha iyi anlaşılması için Muhammed Efendi’nin Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ne şekilde zikredildiğini nakletmek yardımcı olacaktır.
Yazıcızâde Muhammed Efendi Megâribü’z-zamân adlı eserinin girişinde kitabını telif etme sebeplerinden bahsederken Hacı Bayrâm-ı Velî’den söz etmektedir: “Bir kitap telif etmek lüzûm etti ki bu kitapta enbiyânın zâhir ahvâli ve şeriatte vârid olduğu şekilde ahkâmı açığa çıksın. Yine böylece bu kitapta o enbiyânın hakikatlerinin bâtını ve kazıyyeleri tahakkuk etsin. Bu tahakkuk da muhakkik urefânın keşiflerine muvafık olsun. Ben evvelâ o enbiyaya mazeretlerimi ilettim. Çünkü bu çaba devâsâ bir çabadır, tehlikeli bir iştir. Onlar bana “Bu Allâh’a göre kolaydır.” (Ahzâb 33/30) şeklinde cevap verdiler. Ben de veliyy-i hayrât ve müfeyyiz-i kemâlât olana teveccüh ettim. Allah sübhânehû basiretimi hakîkat nûru ile sürmeledi, Hakk’tan özge ne var ise can ırmağımı ondan pâk eyledi. Bir de baktım ki sultân-ı meşâyih, berzahü’l-berâzih, kutbu’l-muhakkikîn, kümmel-i mukarrabîn, mürşid-i enâm Hacı Bayrâm’ın sırrı bana âşikâr oldu. Beni yüksek sırlarına sâhib eyledi.” Muhammed Efendi şeyhlerin sultanı ve muhakkiklerin kutbu gibi ifadeler ile tebcil eylediği mürşidinin sırrına vâris olduğunu ifade etmiştir. Yine aynı müellif, yukarıda giriş kısmından bir tercüme sunulan Megâribü’z-Zamân adlı eserin nazmen ve ihtisâren bir tercümesi olarak tavsîf edilebilecek olan Risâle-i Muhammediyye adlı eserinde Hacı Bayrâm’dan şu şekilde bahsederek yukarıda tercümesi verilen asıl metni bir nevi nazmen tercüme etmiştir:
“Bu zâr ile bu râz içindeyken ben / Bu nâz ile niyâz içindeyken ben
Görürem hâlde sultânü’l-meşâyih / Görürem vaktte burhânü’l-meşâyih
Cihânın kutbu mâhı Hâcı Bayrâm / Cihânın şeyhi şâhı Hâcı Bayrâm”
Bu tercümede, Megâribü’z-zamân’da Hacı Bayrâm’ı vasfettiği terkiplere; “Burhânü’l-meşâyih” ve “Cihânın şeyhi, şâhı” gibi ifâdeleri de ekleyerek mürşidine olan sevgisini izhâr etmiştir. Muhammed Efendi eserinin bir başka yerinde:
“Çü şeyhim bu sözü işrâb kıldı / Sözünü cânıma mihrâb kıldı
Dedim çün himmet ettin hikmet erdi / Çün hikmet erdi Hak’tan rahmet erdi
Selâmullâh erişsin size ey Şeyh / Tükenmez himmet eylen bize ey Şeyh”
demek sureti ile kitabını Hacı Bayrâm’ın manevi himmetleri ile ve O’nun himmeti ile kavuştuğu vehbî bir ilimle yazdığını ifâde ederek şeyhinden himmet istemektedir. Hacı Bayrâm’dan hilâfet alan Muhammed Efendi’nin yerine bıraktığı bir halifesi yoktur. 1451 senesinde Gelibolu’da vefât etmiştir.
Öğretisi
Muhammed Efendi’nin iyi bir İslâmî eğitim aldıkları şüphesizdir. Babası Yazıcı Sâlih’ten tevârüs ettiği ilmî geleneği sistematik bir eğitim ile de devâm ettirdiği âşikârdır. Klasik ve modern kaynaklar eğitimi ile alakalı detaylı malumat vermezler. Muhammed Efendi’nin eserlerinde hocaları olarak not düştüğü Zeynü’l-Arab ve Haydâr-ı Herevî’nin tarihi ve ilmî kişilikleri, eserlerinde kullandığı kaynaklar, tercih ettikleri görüşler çerçevesinde tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve felsefe ilimlerine hâkim olduğu görülen Muhammed Efedi; tasavvufî gelenekte İbn Arabî ve Sadruddîn-i Konevî çizgisini, düştüğü itiraz kayıtları ile birlikte muhâfaza eder. Bu tercîh diğer ilmî tercihlerini de belirler. Hocalarının hocası olmasına rağmen Teftâzânî’den ziyade Seyyid Şerif Cürcânî’yi irfânî çizgiye yakınlığı dolayısı ile tercih eder, Teftâzânî’yi ise sert bir şekilde eleştirmekten kaçınmaz. Yazıcızâde kardeşlerin eserlerinde Bayrâmîliğin pratik hayata yansıyan umdeleri ile alakalı bilgilere rastlanmaz. Bu noktada Hacı Bayrâmî Velî’nin Vahdet-i Vücûda dâir fikirlerinin üzerlerinde tesiri büyüktür. Bu çerçeveden bakıldığında Muhammed Efendi’nin, Ekberî neşve üzerinde daha fazla durduğu söylenebilir. Muhammed Efendi Fusûsu’l-Hikem üzerine Arapça bir şerh kaleme almıştır. Bu şerh litaratürde sehven Müeyyüddin el-Cendî’nin Fusûs şerhine yazılmış bir ta’lîkât olarak tavsîf edilmiştir ki bu bilgi doğru değildir. Muhammed Efendi’nin Fusûs şerhçiliği sağlam bir medrese geleneği ve zamanın ilmiyesinin karşı çıkmayacağı bir şekilde tebârüz etmiştir. İbn Arabî’nin Firavun’un imânı, cehennemin ebedîliği gibi tartışmalı görüşlerine sistemli bir şekilde karşı çıkmıştır.
Klasik dönem Osmanlı’sında farklı bir tarzda Fusûs şerhçiliği yapan Muhammed Efendi’nin İbn Arabî’yi konumlandırdığı mevzi farklıdır. O’na göre İbn Arabî Allâh tarafından, insanları imtihân etmek için gönderilmiş mazur bir me’mûrdur.
Muhammed Efendi, Fusûs’un içinde bulunan tehlikeli vartalara işaret ettiğini ve kitabın tehlikeli noktalarını, imtihân sebebi olan yerlerini göstermek için bu kitabı kaleme aldığını ifâde eder. Bu esâsa mebnî olarak da kitapta yer yer İbnü’l Arabî’ye itiraz eder. Hûd fassında kâfirlerin cehennemde ebedî kalmayacaklarına dâir ifâdelere karşı çıkmanın yanı sıra Dâvud-i Kayserî (ö. 751/1350) ile mukadder suâl ve cevaplar vesilesi ile münâzarada bulunur. Bu ciheti de eseri diğer Fusûs şerhlerinden ayıran mümeyyiz vasıflarındandır. Eserde Fusûsü’l-hikem’deki enbiyâ tertibi değiştirilmiştir. Lût ve Lokmân fassları ise şerh edilmemiştir. “Vücûd”, ‘adem’, ‘imkân’, ‘mahiyet’ gibi konuların tasavvufî bir bakış açısıyla incelendiği on dört temhîd ile başlayan el-Müntehâ isimli eser Fusûsü’l-hikem’deki fassların şerhi ile devâm eder.
Ekberî şerh geleneğinin husûsî ile Sadruddîn Konevî (ö. 673/1274) tarafından hikemî bir telif tarzına inkılâbının tesirleri el-Müntehâ’da da göze çarpar. Eserin hemen başında ilm-i ilâhî’den bahsedilmesi ve ilm-i ilâhî’nin mevzûu, mebâdîi ve mesâilinin izahı ve ardından vücûd ile alakalı kelâmî ve felsefî meselelerin tasavvuf zaviyesinden değerlendirilmesi dikkate değer bir husustur. Muhammed Efendi’nin kelâm, felsefe ve tasavvufî görüşlerinin daha teknik bir biçimde ele alındığı eseri olan Megâribü’z-zamân’da kendi zamanına kadar olan başat tartışma konularını kendi ifâdesi ile teşri‘, te’vîl ve tahkîk usulüne göre ele almış, muhakkik sûfîlerin yorumlarını, ele aldığı meselelerin hâkimi olarak kabul etmiştir. Yazıcızâde Muhammed Efendi’nin İslâm düşüncesi açısından mümeyyiz vasfı Ekberî geleneği manzûm eseri olan Risâle-i Muhammediyye vâsıtasıyla imgesel bir dilde geniş kitlelere sunmuş olmasıdır.
Öne Çıkan Eserleri
-
Megâribü’z-Zamân li-Gurûbi’l-Eşyâʾ fi’l-Aʿyn ve’l-Iʿyân: Süleymaniye Ktp., Nuruosmaniye nr. 2594, 2595, 2596, 2696; TSMK, E.H, nr. 1283.
-
Risâle-i Muhammediyye: Seraskerî Matbaası, 1258; Tıbaghâne-i Âmire, 1262; Tıbaghâne-i Âmire, 1267; Osmaniyye Matbaası, 1300; Kazan Üniversitesi Tabhanesi, 1308; haz. Amil Çelebioğlu, Dergâh Yayınları, İstanbul 2018.
-
el-Müntehâ: thk. Âsîm İbrâhîm el-Keyyâlî, Kitâb-Nâşirûn, Beyrut 2013.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu