Ben incir ağacını, çocukluğumda ilk önce harabeler, yıkıntılar, kalıntılar, kayalıklar, taş duvarlar arasında tanıdım. Bir de eski ahşap evlerin yanı başında yahut bahçelerinde. Anlaşılıyordu ki bu ağaç, aynı zamanda hüdâyinâbit bir ağaçtı. İnsanlar tarafından özel olarak dikilmese bile, bir şekilde kendi kendine yetişebiliyordu.

Kalıntılar, genellikle tarihî yapıların kalıntıları olurdu. Bu sebeple incir ağacı, benim zihnimde beyaz taşlarla, kırmızı tuğlalarla; gözüme bazen huzur dolu, bazen kasvetli gözüken pas rengi ahşap evlerle; sessiz, gölgeli mekânlarla özdeşleşmişti. İncir ağacı, beş kollu büyük yapraklarıyla da diğer ağaçlardan ayrılıyordu. Ağacın dokusu da farklıydı. Pek çok ağacın gövdesinin yarıklarla dolu kabukları olduğu halde, incir ağacının nispeten düz, daha pürüzsüz, açık gri bir dokusu vardı. Yaprak saplarında mıydı, incirin sapında mı, süt görünümlü bir de sıvı ifraz ederdi. Büyük yapraklardan yayılan bir bitki kokusu… İncir ağacı, orijinaldi…

Çocuk zihnimde, sahipsiz, terk edilmiş, sessiz, gölgeli, loş mekânların ağacıydı. O kadar da verimli ve cömert. Çünkü mahallenin sahipsiz incir ağaçları, çocukların demekti. Ya kırık dökük duvarların üzerine uzanan dallarından ya da ağaca çıkarak afiyetle yediğimiz o bal gibi incirler, incir ağacına duyduğum sevginin hediyesi gibiydiler. Tatlı yiyip tatlı konuşuyorduk onunla. Yetişkinler bunu ancak kendi çocukluklarını hatırladıklarında anlayabilirlerdi. Tabii, sadece duyguları tahlil edebilenler… Mor kabuklu, içi kırmızı, çekirdekli incirler... Hayli olgunlaşmış olanları, adeta dokununca kendiliğinden yarılıverir, o tatlı lezzeti lütfederlerdi.

Bu tada rağmen incir ağacı, çocuk zihnimde hep hüzünlü, mahzun bir ağaçtı. Üzerine sinmiş bir kasvet vardı sanki. Neden öyle gelirdi bana? Onunla genellikle harabelerin arasında karşılaştığım için mi? Ama o sahipsiz mekânlar, çocuklar için bulunmaz oyun alanlarıydı. Gerektiğinde yıkıntıların arkasına saklanabilir, duvarlardan, tümseklerden atlayabilir, hareketli, keyifli saatler geçirebilirdik. Bu durumda bir kasvet duygusu hissetmemeliydik.

Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” isimli oyununda, Hüsrev’in roman kahramanının, babası gibi kendisini bir incir ağacına asarak intihar etmesi, Ulviye Hanım’ın da bu sebeple incir ağacını dibinden kestirmesi, benim çocukken incir ağacında hissettiğim kasvet duygusunun Necip Fazıl’da da olduğu anlamına gelir miydi? Kim bilir? Ama ben, “Bir Adam Yaratmak” ile çok sonraki yıllarda tanışmıştım.

Bir de büyüklerimizden zaman zaman duyduğumuz bir deyim vardı: Ocağına incir ağacı dikmek… Bu, evlerin yanında yöresinde incir ağacı olmasının pek de hoş karşılanmadığını gösteriyordu. Çocukken bu deyimin ne anlama geldiğini bilmiyorduk ama kötü bir şey olduğunu hissediyorduk.

Bir de Yozgat türküsü vardı; “Hastane önünde incir ağacı…” Askerde vereme yakalandıktan sonra gurbete, İstanbul’da bir hastaneye sevk edilen genç adam, hastane odasının penceresinden, bahçedeki incir ağacına bakarak, ayrı kaldığı sözlüsünü düşünerek söyler:

“Hastane önünde incir ağacı / Doktor bulamadı bana ilâcı…”

Evet, çocukken bu türküyü de bilmiyordum; ama üzerine bu kadar kasvet yüklenen bu ağacı ben, nasıl oluyordu da derin bir sevgiyle sevebiliyordum? Şimdi, “Beni çocukluk günlerime götürdüğü için” diyebilirim ama peki çocukken neden seviyordum? Zihnimi, hafızamı yokladım. Aklıma gelen ilk şey, gözümde canlanan ilk görüntü, hep o “sessiz ve gölgeli dakikalar” oluyor. Yıkık dökük duvarlar, boş arsalar ve incir ağaçları… İncir ağacı, bir “hüzün ağacı” olmalıydı. Acaba, gizliden gizliye, incir ağacının o hüznünü mü seviyordum? Yoksa yapraklarıyla, kokusuyla ve gövdesinin dokusuyla onda estetik unsurlar mı buluyordum? Tam olarak çözemediğim bir sevgi bu. Belki de bütün bunların toplamıydı.

Bahar geldiğinde, İstanbul’un sokaklarında gezinirken rastladığım incir ağaçlarının fotoğraflarını çekmeye devam edeceğim. Kim bilir, belki yeni ipuçları bulurum.