Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, Bilkent Üniversitesi’nde gençlerle bir araya geldiği toplantıda soruları cevapladı.

Davutoğlu, “Siyasette görünür olduğunuzdan beri ve ‘Stratejik Derinlik” kitabınızda yazdıklarınızdan dolayı şahsınıza takılan “Neo Osmanlıcı” sıfatını ne kadar doğru buluyor veyahut doğru buluyor musunuz?” sorusunu da cevapladı.

Davutoğlu, “Yeni Osmanlıcılık” tabirinin nereden çıktığını ayrıca anlatacağını belirterek, önce şu açıklamada bulundu:

“Fatih Sultan Mehmet, kendisini Truva’nın devamı kabul ederdi”

“Stratejik Derinlik kitabı, soğuk savaş sonrası ortaya çıkan jeopolitik depremi analiz ederek, Türkiye’ye yeni bir stratejik rota çizmek üzere kaleme aldığım bir eserdi, 600 sayfaya yakın ve bunu yazarken pür akademisyendim. Bir gün uygulayacağımı düşünerek yazmadım. Bir taraftan Marmara Üniversitesi’nde ders veriyorum, bir taraftan Harp Akademileri’nde ders veriyorum, Silahlı Kuvvetler Akademisi’nde ders veriyorum, bir taraftan özel talebelerimle çalışıyorum. Hep hedefim şu: Bu tarihi ve coğrafyayı biz, nasıl yorumlayacağız ve soğuk savaş sonrası döneme nasıl intibak ettireceğiz? “Stratejik Derinlik”in Ukrayna bölümünü açın, okuyun. Bugünü anlatan çerçeve var. Neden? Çünkü tarihi doğru okursanız, geleceği çizebilirsiniz. Ben, şunu söylerim: Asya’ya doğru yayı ne kadar gerersek, Avrupa istikametine kadar oku o kadar iyi atarız. Tarihe doğru yayımızı ne kadar gerersek, o hāfıza, o kültürle ileriye doğru da o kadar hamle gücü kazanırız. Şimdi çarpıcı bir şey söyleyeyim; Fatih Sultan Mehmet, kendisini Truva’nın devamı kabul ederdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında da bunu… Hani Türk-Rum karşıtlığının zıttı olan bir şeyle, bakın. O topraklara kök salmak için tarihin derinliğine kadar gidersiniz. Osmanlı sultanlarının hem kayzer unvanını kullanması; Kayzer-i Rum, yani Roma unvanı hem hakan unvanı kullanması Türklerin hem şah ve padişah unvanlarını, İran geleneğini kullanması hem de halife unvanını, İslâm geleneğinin hepsinin unvanlarını birleştirmesi de buraya dayanır. Bütün topluluklar içinde büyük tarihî evrelerde, dönüşüm süreçlerinde tarihini ve coğrafyasını doğru yorumlayanlar hamle yaparlar, statik yorumlayanlar kaybederler. Benim, Stratejik Derinlk’in girişinde yöntem olarak geliştirdiğim bir formülde bunu izah etmeye çalıştım ve Stratejik Derinlik, takriben 15 dile çevrildi. Son olarak da geçen sene Japoncaya çevrildi, 20 yıl sonra. Yakından takip edildi. Bir tek İngilizceye çevrilmesine izin vermemiştim çünkü resmî görevim olduğu için, o kitabı biraz böyle herkesin Türkiye’nin politikasını anlamak için bakmalarına izin vermemiştim. İngilizcesi de yayınlanma aşamasında; ama Sırpçadan Macarcaya, Arapçadan Rusçaya, Farsçadan Japoncaya kadar her dile hemen hemen çevrildi. Yunancada ‘best seller’ hāline geldi.

“Osmanlı ne altın bir çağ ne de kaçınılması gereken bir çağ”

Kitabı övmek için söylemiyorum. Nihayetinde tez eleştirilir, karşı çıkılır. Hiç eleştirilmeyen tez, en değersiz tezdir. O, ideoloji olmuş demektir. Bir resmî ideoloji olursa bir tez, eleştirilmez. Tabii ki eleştirilecek. Ben, bundan mutluluk duyarım; ama eleştiriyi doğru yere odaklamak lâzım. “Yeni Osmanlıcılık” eleştirisini kesinlikle kabul etmiyorum. Ha, Osmanlı’dan utandığım için mi? Asla! Ben, Türk tarihinin de Anadolu tarihinin de, ikisini ayırt etmemin sebebi şu: Türk tarihinde Orta Asya’daki devletler de vardır ama Anadolu tarihinde de hep sürekliliğe inanırım. Hatta Bizans’ın ve Roma’nın sürekliliğine de inanırım; çünkü nihayet bu topraklarda bunlar, Truva’nın sürekliliği gibi. Dolayısıyla Osmanlı da bizim tarihimiz. Ne altın bir çağ ne de kaçınılması gereken bir çağ. Bizim tarihimiz, iyisiyle, kötüsüyle. Cumhuriyeti kuran bütün kadrolar, Osmanlı okullarında okudu, Atatürk dāhil.

“Peki, ‘Yeni Osmanlıcılık’ nereden çıktı?

Ahmet Davutoğlu, bu açıklamalarının ardından, kendisine atfedilen ‘Yeni Osmanlıcılık’ iddiasının nereden çıktığı hakkında açıklamalarda bulundu. Davutoğlu, şunları anlattı:

“Şimdi peki, ‘Yeni Osmanlıcılık nereden çıktı? Birisi olumlu, birisi olumsuz 2 sebeple çıktı, Yeni Osmanlıcılık iddiası. Birisi, Cezayir Cumhurbaşkanı Buteflika, bir konuşmamız esnasında, bir ziyarette, çıktı dedi ki “İngiliz commonwealth’i var.” Ben de dışişleri bakanıydım o sırada. Bir sohbetimiz sonrasında basına dönük olarak şunu söyledi: “İngiliz commonwealth’i var da niye Osmanlı Milletler Cemiyeti gibi ortak tarihimizi konuştuğumuz bir zemin yok?” diye bir soru sordu. Kesinlikle bizden çıkmadı. Yani biz, ‘aman sen böyle bir şey söyle’ de demedik. Cezayir de Tunus da şöyle bir üstünü eşelediğinizde, insanların çoğunun Türk kimliği ile çok āşinā ve Anadolu’dan giden unsurlarla da desteklenmiş bir yerdir. Öyle ki, Fas dışişleri bakanıyla da bir seferinde sohbet ederken dedim, sizin bir şehriniz var Ucuda (Oujda) diye. Nereden geliyor bunun Arapça kökeni dedim, heyetlerin arasında. Arapça köken arıyorlar. Sarf ilmi vardır Arapçada. Çıkmadı; çünkü “uçta Oujda)”. Osmanlı’nın son sınırı. Cezayir’le Fas arasında. Bir buradan çıktı ve yankı yaptı Arap dünyasında da. Bu, genellikle olumlu bir yorum; ama (Yeni Osmanlıcılık iddiasının) esas çıkma sebebi şuydu, açık ifade edeyim ve provokatif bir şekilde çıkartılması. Teknik detayı vereyim:

“Bu Türkler tekrar nereden indiler Bosna’ya diye kampanya başlatıldı”

Bosna-Hersek’in statüsü ile ilgili Avrupa Birliği (AB) ve Amerika’nın ortak bir süreci vardı. Budmer süreci diye. Tarih, 2010. Ben de dışişleri bakanıyım. AB-Türkiye görüşmeleri yapılırken, İsveç eski başbakanı, o sırada dışişleri bakanıydı, Bosna-Hersek’i de çok iyi bilen, benim de yakın dostumdur Carl Bildt, AB dönem başkanı. Bizim ikili görüşme bittikten sonra, yani Türkiye-AB ilişkileri, bu Budmer süreci ile ilgili bir metni bana uzattı. Birbirimize ismen hitap ederdik. Hālâ görüşürüm, mesajlaşırız. “Ahmet” dedi, “herkes kabul etti bir tek Haris Silajdžić, Boşnakların cumhurbaşkanı, o kabul etmedi” dedi. “Bu süreci ona kabul ettirseniz” dedi. Veya “Sizin etkiniz var. O da senin şahsî dostun.” Carl Bildt de kendisi Bosna’yı çok iyi bilir. Ben, metni aldım ve dedim ki Carl, sen Bosna’yı bilirsin, Türkleri de bilirsin, bizim Bosna’ya olan ilgimizi de bilirsin. Bu metni okumayacağım dedim. Bu metni okumayacağım çünkü bir Türk dışişleri bakanına Bosna ile ilgili bir metin yazılıp verilmez. O metni ya Türk dışişleri bakanı yazar size verir ya da birlikte yazılır ve kapattım şeyi. Belki de iyi bir metin ama ben sizin postacınız değilim. Bosna-Hersek’i kendi kaderiyle bütünleşmiş görürüm. Onun üzerine o hafta sonu, yani döndüm İstanbul’a. Bunun arka planını anlamanız açısından bu anekdot önemli. Döndüm ve Sırp Dışişleri Bakanı Vuk Jeremić’i ve Boşnak dışişleri bakanını İstanbul’a çağırdım. Güzel bir sohbet ettik. Aranızdaki sıkıntılar ne dedim. Konuştuk ve üçlü bir süreci, şimdi hālâ devam eden Türkiye-Sırbistan-Bosna/Hersek üçlü sürecini başlattık ve o süreç içinde, 3 ay içinde Bosna ile Sırbistan arasındaki bütün sorunları çözen bir süreç işlettik ve Sırbistan Cumhurbaşkanı Tadic’in, benim ara buluculuğum ile Srebrenitsa konusunda mecliste özür dileyen bir karar çıkarmasını da teminat altına aldık. Bunun üzerine ben Bosna’ya gittiğimde bir manşet atıldı, “Yeni Osmanlıcı politika” diye ve Türk Dışişleri Bakanının Bosna’da ne işi var? O mu belirleyecek?” Açık ve net, o sırada Amerika ile AB sürecinin durması ve bizim işlettiğimiz sürecin çok kısa sürede başarılı olması üzerine “Bu Türkler nereden indiler Bosna’ya tekrar” gibi bir kampanya başlatıldı. Ben de biz tarihte buradaydık ve burası bizim kaderimizin parçası. Türkiye’de, Bosna’daki kadar Boşnak var neredeyse diye (bir ifade) kullandım. Bunun üzerine bir kampanya yürütüldü ve Yeni Osmanlıcılık tabiri benim ağzımdan hiç çıkmamıştır. Şunu da söyleyeyim: Tarih referansı mı? Arkadaşlar, tarih referansı olmayan hiçbir millet yoktur.

“Stratejik Derinlik’te anlattığım ‘komşularla sıfır sorun’ ilkesi ile Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesi”arasında bütünlük vardır”

Bakın, Putin’in 2007 Münih konferansını okuyun. Putin’in 2014 Kırım’ı ilhak konuşmasını okuyun, Putin’in geçen yaz yaptığı konuşmayı okuyun, Putin’in Ukrayna’yı işgal ettiği günkü konuşmasını okuyun. Hele 2014 Kırım’ı ilhakında 10. Yüzyılda Kiev Dükü Vladimir’e atıfla anlatır, Kırım’ın ilhakını. “Vladimir Odessa’ya geldi ve o zamandan beri Odessa bir Rus toprağıdır. Ukrayna halkı diye de bir şey yok. Rus milletidir bu” diyor. Şimdi bir Rus devlet adamı Kırım’ı ilhakını ve Ukrayna’yı işgalini tarihî referanslara dayandıracak; Almanlar, Volga’daki küçük Alman azınlığın geleceği ile ilgili Rusya ile müzakere edecekler, soğuk savaşın hemen sonrasında; İngilizler hālâ üzerinde güneş batmayan imparatorluğun commonwealth’ini kuracaklar, biz kendi tarihimize referansta bulunmayacağız. Bunu ben kompleks olarak görürüm. O tarihten hareketle yayılmacı bir politikayı kabul etmem. O tarihten hareketle Türkiye’nin saldırgan bir yöne gitmesini asla kabul etmem. Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesi o bakımdan doğru. Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesi ile benim Stratejik Derinlik’te anlattığım ‘komşularla sıfır sorun’ ve komşularla en iyi ilişkiler ilkesi arasında da bir bütünlük var, zıtlık değil. Ha, yurtta sulh, cihanda sulh olmayacağını da herkes bilir. Yani cennette değiliz; ama Atatürk onu niye söylemiştir? Biz, imparatorluğumuzun savaşlarından sonra sükûnet istiyoruz. Kendi kaderimizi çizeriz. Kimsenin kaderine karışmayız, kimse de bizim kaderimize karışmasın. Yani Atatürk, o kadar savaş yaşamış bir askerî komutan, dünyada böyle cennet gibi bir barış dönemi olmayacağını bilmez mi? Bir ideal ortaya koyuyor. Ben de aynı ideali… Komşu ülkelerle sıfır sorun derken biliyorum sıfır sorun olması kardeşler arasında bile mümkün değil; ama hedef gösterirsiniz. Milletinize hedef gösterirken, çevrenizdekilere de ‘bizden korkmayın, bizim sizin toprağınızda gözümüz yok. Sizinle en iyi ilişkiler kurmak isteriz’ deriz. Ama bu, tarih referanslarını ortadan kaldırmaz. Bununla ilgili çok örnekler verebilirim.”

“Misrata’dakiler ‘Biz, Anadolu’dan gelen Türkleriz. Bizi de alın’ dediler”

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Bosna/Hersek-Çeçenistan savaşı konusunda “Tarih bizi ayağımızdan çekiyor” dediğini hatırlatan Davutoğlu, bugünü de etkileyen çarpıcı bir örnek daha vereceğini belirterek, 2011 Libya iç savaşı sırasında, buradaki 20 bine yakın Türk işçisini tahliye çalışması sırasında yaşadıklarını anlattı.

Davutoğlu, şunları söyledi:

“Baktık ki savaş yayıldı, tahliye operasyonu başlattık ve o gün emeği geçen herkese teşekkür ediyorum, takdir ediyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin gücünü gösteren bir şeydi. Fizandan, Türkiye’nin bir buçuk katı büyüklüğündeki bir ülkeden 17 bin vatandaşımızı 10 gün içinde tahliye ettik ve 10 bin yabancı vatandaşı tahliye ettik. Orada bu tahliyeler sürdü, Misrata Libya’nın bir sahil şehri, Misrata’da Kaddafi güçleriyle içerideki direnişçiler çarpışıyorlar. 400 yaralı olduğu bilgisi geliyor. Bir gün bizim dışişleri bakanlığı kriz masasını bir Misratalı arıyor. Diyor ki, “Şu anda bombardıman altındayız. 400’e yakın yaralımız, evlerde ölüyor. Büyük bir tahliye operasyonu yaptınız. Biz de Türk’üz. Biz, Anadolu’dan gelen Türkleriz. Bizi de alın.” Gerçekten Libya’nın fethi sonrasında Anadolu’dan gidenler, Misrata’ya yerleşmiştir. Şimdi sizin Osmanlıcılık falan… O adam diyor ki “Bizi kurtarın.” Şimdi burada ‘Yok, ben size bakmam’ diyemezsiniz.

Yine gururla söylüyorum, biraz da sert bir diplomatik mücadele sonrasında, Libya başbakanını, uzun, bir haftalık bir diplomasiden sonra… O zamanki Genelkurmay Başkanımız Işık Koşaner’i de takdirle anıyorum. Bir gece İskenderun gemisiyle limana yanaştık. Üstünde de 12 F-16 uçağıyla Libya’daki bütün sivilleri tahliye ettik. Şimdi önemi ne biliyor musunuz? Şu anda Türkiye’nin Libya’daki en önemli ekseni, Misrata şehridir ve Türkiye ile Libya arasındaki Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmasının ve Türkiye2nin haklarını Misratalılar savunur. Misrata demek, neredeyse Anadolu’nun uzantısı demek. Şimdi bu, bizim yayılmacı bir politikayla yaptığımız bir şey değil. O insanların size duyduğu yakınlık, sizi etkiliyor.

“Sırplar arayıp, ‘Biz de Osmanlıyız; bizi de tahliye edin’ dediler”

Tebessüm etmeniz için bir şey daha söyleyeyim; bu sınırı çizmek için: Sirte’den Boşnakları boşalttık. Orada Boşnaklar da vardı. O zaman bizden yabancı ülkeler talep ettiğinde ‘Bizim vatandaşlarımızı da tahliye edin’ diye, dedim ki 3 kategoriye ayıracaksınız. Önce bizimle akrabalık ilişkisi olan topluluklar, sonra zayıf olan, sahipsiz olan topluluklar; Ruanda, Vietnam. 1.500 Vietnamlıyı tahliye ettik, 200 Ruandalı öğrenciyi tahliye ettik. Ruanda dışişleri bakanı, “Büyüklüğünüzü o zaman gördük” dedi. Bunun Osmanlıcılıkla alâkası yok. Ruanda nerede, Osmanlı nerede? İnsanî bir operasyondu. Üçüncü olarak da diğer ülkeleri, büyük ülkeleri dedim. Sirte’den Boşnaklar tahliye edilince, Sirte’deki Sırplar arayıp, “Biz de Osmanlıyız. Bizi de tahliye edin” diye talepte bulunmuşlar. Osmanlıcılıkla alâkası yok. Tabi onları da tahliye ettik.

“Devlet, kudret ve şefkatle kāimdir”

Diyeceğim şu: İnsanî bir durum söz konusuysa, gücünüz ve kapasiteniz varsa gereğini yaparsınız. Bunun tarih referansı olmaz. Ruandalı öğrenciyi veya Vietnamlı işçiyi almak gibi. İkincisi, tarihi siz unutsanız bile tarih sizi unutmaz. O tarihle ortak kader birliği yapmış toplumlar da sizi unutmaz ve sizden talepte bulunurlar. Kaçamazsınız o tarihten. Üçüncüsü, bu tarih referansını hiçbir zaman yayılmacı bir politikanın parçası hāline getirmemeniz lâzım. Putin’in bugün Ukrayna’da yaptığı hata odur. Biz, asla böyle bir hataya düşemeyiz. Yurtta sulh, cihanda sulh ve bütün ülkelerin toprak bütünlüğü ilkesi etrafında herkesle iyi ilişkileri geliştiririz.

Kıbrıs’taki Türklere zulmedilecek, biz de oraya müdahale ettik diye bu Osmanlıcılık görülecek ya da Srebrenitsa’da Boşnaklar katledilecekler, “Biz de 1389’un intikamını alıyoruz” diyecek Miloseviç, biz de oraya yardım etmeyeceğiz… Vesaire vesaire. Bu da olacak şey değil. Devlet, 2 şeyle kaimdir. Kudret ve şefkat. Devletin kudreti olacak ama şefkati de olacak. Herkese insan olarak bakacak, zulmetmeyecek.”