Ülke hep, birbirini hiç dinlemeyen iki kişiymiş gibi; herkes doğruyu söylerken bile ortak bir akıl üretilemiyor.

‘’İnsanlar, hep bir ağızdan ‘Önce, hayvanlar için yaşanabilir barınaklar yapalım da, sonra onları sokaklardan kurtarıp, sağlıklı ortamlara alalım. Böylece sokaklar daha güvenli, hayvanlar güvende olsun' diyemiyor.
Biri ‘Barınaklar felaket!’ diye bağırıyor, diğeri ‘Bu hayvanları toplayın!’ diye haykırıyor; mevzu orada tıkanıyor.''


*

Camdan, karşı balıkçının tezgah çevresini mekan edinmiş beyaz ve kirli köpeği seyrediyordum. Sevimli ve pis köpek. Ona çok kızıyor ama nefret etmiyordum. Çok kızıyordum, çünkü gürültü yapıyordu. Sabah akşam işlek caddeden geçen tüm arabalara havlıyor, gözünü kestirdiklerini bir süre kovalayıp tekrar yerine dönüyor; biraz nefeslendikten sonra kaldığı yerden havlamaya devam ediyordu.

Onun caddedeki varlığıyla, hiçbir şeye kendimi tam olarak veremiyordum.

Gürültüden bezmiştim!

Söylenebilecek herkese söylemiş, başvurulabilecek her makama başvurmuştum.

‘’Bu hayvancağızı buradan alalım; onun yaşam alanı insan adımlarının sıklaştığı kaldırımlar, arabalarla dolu bir cadde değil. Çözüm üretelim. Kastettiğim, onları itlaf etmek hiç değil.’’

Hemen hemen aldığım tüm cevaplar ‘’Haklısın…’’ ile başlıyor, Belediye, köpeği bir süre bakımsız cılız hayvanlarla dolu barınağında tutup tekrar aynı yere bırakıyordu.

Kanun böyleymiş.

-Kanunu sokak hayvanlarının değiştirmesini mi bekleyeceğiz?

O galip geliyordu... Şımarık ve sevimli köpek her defasında geri dönüyor, kaldığı yerden gürültü yapmaya devam ediyordu.

Ondan nefret etmiyordum.

Çok kızıyordum ama nefret etmiyordum, çünkü o ‘doğasını’ yaşıyordu; yaşamaya çalışıyordu. İçgüdüleri ile hareket ediyordu… Tıpkı geceleri vahşi sesler çıkarıp sokak sokak dolaşıp birbirleri ile çatışan diğer köpek çeteleri gibi, tıpkı sabah yürüyüşüne çıktığımda bir adamı ağaç dibine sıkıştırdıklarını gördüğüm kırk küsur köpek gibi…

Aralarına girip adamı oradan çıkarmıştım. Hangi cesaretle? Şehrin sokaklarında yürümek artık cesaret istiyordu.

Kendilerine hak bildikleri, hakları olan birer yaşam alanı edinip tehdit olarak algıladıkları herkese, her şeye saldırıyorlardı. İnsanlara, kuşlara, araba lastiklerine…

Vahşi doğanın, hayvanın kanunu buydu. Akıl değil, güç.. kavga güdümlü hareket etmek. İnsan ise hem onların yaşam alanlarına kastetmiş hem de kendi vahşi güdülerini henüz törpüleyememişti.

Aslında, oysa 'insan dostu' olan köpeklerle yaşamayı beceremiyordu. Kanun bile yapamıyordu. Yapsa yanlış yapıyor, doğru yapsa uygulamıyor, yanlışta diretiyordu.

Aklını doğal güdüleri ile hareket eden hayvanlarla birlikte yaşamak, sorunlu olanları rehabilite etmek, daha uygun yaşam şartları sağlamak için kullanamıyordu.

Çünkü, çözüm odaklı düşünmüyordu; düşünmek istemiyordu.

*

'’Benim ülkemde kimsenin çözüm üretmek gibi akılcı bir gayesi yok.

Herkesin, yanlışın üzerinde tepinerek çözümsüzlüğün sonuçsuz konforunda düşman bellediğini suçlayıp dövmek gibi bir derdi, tasası var.

Zavallı ideoloji; insansız içgüdü!

Benim ülkem insanı konuşursa, birbirini anlarsa, anlaşırsa… Çözüm üretirse; eksileceğim, öleceğim zannediyor.

Öyle bozuk bir ruh hali!

İşin tuhaf tarafı; herkes her şeyden şikayet ediyor ama yine herkes bu kaos ortamına göre pozisyon aldığı için de kimse yerini değiştirmek istemiyor.

İnsanlar, aslında şikayet ettiklerinden memnun.  Akıl tutulmasında denge(!) kurulmuş durumda. Bi' şeyler düzelse, herkes düşecek.’’

*

Caddenin ikinci sokağından çıkan motosiklet, balıkçı gölgesine kadar hızını yükseltip aniden frene bastı.

Önüne atlayan kirli beyaz sokak köpeğine çarpmamak için direksiyon kıran genç adam, motosikletinden fırlayıp balıkçının yanındaki büfenin kapı önüne kadar sürüklendi. Kaskının koruduğu kafasını büfenin dolabına çarptı.

Herkes yardıma koştu; biz iyi bir toplumuz, yardımseveriz. Hep yardıma koşarız;

hep sonradan…

Köpek kaçtı. Sebep olduğu kargaşayı hissetmişçesine ortadan kayboldu. Nasıl olsa tekrar gelecekti.

O köpeği öldürmeli miydi? Asla! Ona daha uygun bir yaşam alanı sağlamak en akılcı yöntemdi.

Kuvvetle muhtemel Sayın Belediye Başkanı o sırada ihale konuklarını ağırlıyordu. Daha önce yazdığım bir mektuba, yanlışlıkla, danıştığı veterinerinin ona gönderdiği mesajı bana yönlendirerek cevap vermişti.

‘’O köpeği oradan alırsak hayvanseverler üzerimize gelir. Sonuçları hoş olmaz. Medya ile uğraşmak zorunda kalırız.’’

Hayvanseverlik bir seçim yatırımı mıydı, korkutucu bir yaptırım unsuru muydu?

Peki, o delikanlıya bu ülke o yaşa gelene kadar ne kadar yatırım yapmıştı? Ya hayatını kaybetseydi?

Sanki tekrar bulabilecekmiş gibi!...

Köpeğe kızıyordum ama sorumsuz sorumlulara daha fazla kızıyordum.

*

Ertesi sabah köpek yine oradaydı ve ben yine onun havlamasına uyanmıştım. Bir o tarafa bir bu tarafa koşturup bir o araba bir bu bisiklet kafasının estiği, nefesinin kesildiği yere kadar kovalıyordu.

Caddeden geçenler köpekten birkaç adım öteye doğru çekilip yollarına devam ediyordu. Diğer köpekler de oradaydı. Geceden sabaha taşmış diğer tüm köpek çeteleri…

…hepsi bir köşe başı, bir yol ağzı tutmuş yaşam alanlarına tehdit olarak algıladıkları herkese, her şeye havlıyordu.

Öyle ki, bazıları aynı arabanın peşinden koşturup yolda birbirlerine denk gelince yine birbirleri ile kavga ediyordu.

İnsan kişisi o kaos ortamında işine gitmeye çalışıyordu. Robot gibi! Tepkisiz, çözüm talep etmeyen, sonucu kabullenmiş, ruhu örselenmiş, umudu tükenmiş kemik yığınları gibi...

Kaldırımlar okullarına yürüyen çocuklarla doluydu.

Aklımı yitirmek üzereydim!..

Bu boşvermişlik, bu kabulleniş kendimi 'yalnız' hissetmeme sebep oluyordu.

-Günaydınnn Sayın Başkanım! Bugünkü konumuz belediyeye alınacak yeni elektrik teknisyenleri…

-Bana Muammer Bey’i bağla kızım. Bi’ de kahve söyle.. orta.

(Sokaklar her an herkes için tehdit oluşturabilecek köpeklerle dolu Sayın Başkan; ve sen bunu hayvanseverlik(!) zannediyorsun.)

İrade gösteremiyorsun Başkan Bey. Hatalı kanunun arkasına sığınıyorsun. 

*

Bir kangal girdi caddeye.

Daha önce oralarda varlığını fark etmediğim kocaman bir kangal köpeği. Ben hayatımda böyle asalet dolu bir hayvan görmedim.

Ortaladı caddeyi. Bozkırın ortasında yürür gibi.

Gidiş geliş tüm trafik dondu. Tüm diğer köpekler durdu. Kısa bir sessizlik sonra hepsi… hemen hemen hepsi ona doğru koşmaya başladı. Pencereyi açıp arkasından onu seyrettim. Hepsi ona havlıyordu, herkes ona bakıyordu. Tüm 'robotlar' merak dolu insan moduna geçti. Karşı apartmanda balkonundan kilim silkeleyen hanım teyze içeri girmekten vazgeçti. Kilimi balkon korkuluğu hizasında katlayıp onu seyretmeye başladı.

Öyle asil, öyle sağlam yürüyordu ki kangal, etrafında koşturup ona tüm güçleriyle havlayan diğer hiçbir köpeği ciddiye almıyordu. 

İçimi bir ferahlık kapladı, hayranlık kapladı merakımı.

Gülümsüyordum.

Sessizliği ve asaleti ile meydan okuyordu. Herkese, her şeye...

Uzun caddenin sonuna kadar ritmini ve soğukkanlılığını bozmadan yürüdü. Adım attığı her noktada zaman durdu. Hayat genişledi. Diğer tüm köpekler yoruldukları yerde dilleri dışarıda nefessiz kaldı.

Bitirdi hepsini.

O kangalı bir daha hiç görmedim.

O şehri terk ettim.

*

-Dün bir tweet(X) okudum.

Kafa hep yok etmeye çalışıyor. Kimse de demiyor ki bu sokaktaki köpekleri topla, ilgili yardım kuruluşlarına teşvik vererek bu köpekleri psikolojik sorunları olan, yaşlı, fiziksel engeli olan insanlar için destek hayvanı olarak yetiştir, bir taşla iki can kurtar ve mutlu et.’

Budur!

Oturup konuşmaya, anlamaya, anlatmaya, ortak akılda buluşmaya… ve çözüm üretmeye ihtiyacımız var. Şunu biliyorum ki, samimiyetle inanıyorum ki; bizim bu vatana, birbirimize ihtiyacımız var.

Kimsenin ölmesine gerek yok.