"Her faninin, dönüp dolaşıp sığınacağı bir limanı vardır; her yolun bir başlangıcı... Başlangıç ve sonu aynı limana denk getirmeye çalışır insan; ölümsüz olmak için."

-Vakti var... zamanı var.

Limanın içinde, hızlı adımlarla sağa sola doğru yürüyen çelimsiz ihtiyarın dudaklarından sadece bu cümle dökülüyordu:

‘’Vakti var... zamanı var!’’

Kısa beyaz saçlarıyla, açık tenli hareketli adam arada sırada denize doğru eğiliyor, ara sıra gökyüzüne bakıp o sıkıcı cümleyi tekrar ediyordu:

tekrar, tekrar, vakti var, vakit var, tekrar, tekrar...

Özensiz giyimi, yaralı elleri, oldukça hırpalanmış ayakkabıları ile ihtiyar adamı deli sandım.

Oldukça, hırpalanmış.

Balkonu suya taşan, gün doğumu manzaralı eski liman pansiyonundaki inziva günlerimin kaçıncısında onu fark ettim, hatırlamıyorum.

Başlarıydı.

Oldukça hırpalanmıştım. Olacak gibi değildi. Aklımı kaçıracak gibiydim. Yorulmuştum. Şehrin gürültüsü zihnimi parçalıyordu.

Tazelenmek için, yıllar sonra, çocukluğumun geçtiği sahil kasabasına dönmüş; limanın denizi, dağları ve gün doğumunu gören cephesinde, herkesten habersiz, kırk günlüğüne bir pansiyon kiralamıştım.

Güneşin, karanlık tepelerin arkasından yükselip erken saatlerde yarı açık perdeden içeri sızarak yüzümü sıcak kızıla boyamasıyla kendimi dışarı atıyor, tarihi kasabanın yeni günü karşılamasını heyecanla takip ediyordum.

Sadelikte ferahlık var, sadelikte hayat var.

Şakalaşan esnaf, okula yürüyen birkaç çocuk, raspa yapan balıkçılar, kumsalda koşuşturan köpekler, onları uzaktan seyreden miskin kedi, halk pazarının çok bilmiş satıcı kadınları, tezgahlarında dağ çileği dolu yoğurt kovaları, dar sokaklarda bisikletle dolaşan insanlar...

…ve zaten okunmayan gazetelerin artık hiç okunmadığı bir zamanın bin yıllık kasaba rüzgarı.

Dünya yavaşlamış, zaman durmuştu.

Takvim, kendini her sabah güneşin limanı selamladığı yerden tekrar ediyordu.

Her tekrarda tazeleniyordum.

Dünya dursa, yeriydi. Dünya orasıydı.

Durmaya ihtiyacım vardı, susmaya, duymamaya.. düşünmemeye ihtiyacım vardı.

O an için, yaşadığımız hayata uyum sağlayabileceğim tek nokta içime büyüyen gürültüden uzak bir kasabanın vakitsiz rüzgarıydı.

"Vakti var... zamanı var."

Uzun dalgakıranın koruduğu limanda her sabah yürüyüş yapıyordum.

Onlarca insanın sessizce balık tuttuğu o ferahlıkta, yanından geçtiğim her kasaba sakininin keyfinden nasipleniyordum.

Onu fark ettim.

Arada sırada denize doğru eğiliyor, ara sıra gökyüzüne bakıp o sıkıcı cümleyi tekrar ediyordu.

Deniz ve gökyüzü.

Başka hiçbir şey, hiç kimse ilgisini çekmiyordu.

Heyecanla oltalarını suya savuran, tuttuğu birkaç balıkla yüzünde zafer tomurcukları açan insan dizisinden hiçbiri merakını cezbetmiyordu.

Her sabah, doğan güneş, kasaba gezintisi, liman yürüyüşü ile bir önceki güne göre daha taze hissediyor..

..o ihtiyar adamda sabitleniyordum.

Ayaklarımın yere bastığı nokta gibi olmuştu. Umurunda bile değildim. Ne zafer ne de mağlubiyet kaygısı taşıyan varlığıyla, onun umurunda olmamak hoşuma gidiyordu.

"Vakti var... zamanı var."

Saygı duymaya, hatta alışmaya başlamıştım. Sadece orada olduğunu bilmek bile bana kendimi kasabanın bir sakini gibi hissettiriyordu.

Kasabamızın delisi yaşlı adam.

Bizim kasabamız. Dünya dursa, yeriydi. Dünya orasıydı.

O, her sabah limanın sonunda bir o tarafa bir bu tarafa hızlı adımlarla yürür. Kimseye zararı olmaz. Kimse hakkında konuşmaz.

….

Sonra bir sabah, aniden bir motor yanaştı; limandaki diğer balıkçı motorları hareketlendi.

Adamı alıp gittiler.

Bakakaldım arkasından! O gün hava değişti, su fikrini değiştirdi.

O gün, büyük balık akını olmuş.

Vakit, o günmüş.

Adam deli değil, usta balıkçıymış.

O akşam, kasabadaki balıkçılardan, ekmek parasına istavrit aldım. Usul usul pişirip, usul usul yedim. Tadı müthişti!. Ne keyif!

Adamı bir daha görmedim.

''Yaşadığın hayatın gizli bir matematiği var; her şeyin bir zamanı, yolu yordamı var..

..ve en lezzetli yemekler kısık ateşte pişiyor.''