Rengarenk sabun dolu raflar, hoş kokulu mumlar, tütsüler, bitki çayları, doğal yağlar, çeşit çeşit baharatlar ve lavanta buketleri…

‘’Ne iş yapıyorsunuz?’’

‘’O yazıyor.’’ dedi arkadaşım, on beş yirmi metrekarelik dükkânın diğer ucundan.

Adam, bir adım daha yaklaşıp sorusuna soru ekledi:

‘’Ne yazıyorsunuz?’’

Birimiz merakla dükkânı incelerken, diğerimiz üst üste, yan yana dizili sabunlara, mumlara bakıyormuş gibi yapıyordu. Yorgundum. Vakit kapanma saatine çok yakın, biz ise kuvvetle muhtemel son müşteriler idik. İlk, arkadaşım girmişti. Ben takip edendim. Atmışlarının başında görünen aktar, mütevazı duruşu ile o ana kadar isteksiz kurduğum birkaç cümleyi zorlayıp kısa sohbeti nasıl da yazmaya getirmişti.

‘’Yazıyorum işte…’’ diyemedim. Tam cevabı da veremedim. İstemedim. Yorgundum.

‘’Buraya çok yazar geliyordur.’’

İstanbul’un tarihi semtlerinden biri ve onun aktarı.

Mevzuyu o şekilde kendimden uzaklaştırabileceğimi düşünürken… Adam, bu sefer üç dört adım geri çekilerek, kısık bir sesle ‘’Ben de yazıyordum’’ dedi.

Hiç hazzetmediğim soruyu, boş tabağı komşuya geri verir gibi ona teslim ettim:

‘’Ne yazıyordunuz?’’

‘’Radyo tiyatroları... ödüllü oyunlarım da var.’’

Cevabı ile, heyecanla adama doğru yürürken arkadaş olmuştuk. Daha yanına varmadan hamlesini yapıp cebinden telefonunu çıkarmış, bir çırpıda bana TRT listesinden oyunlarını göstermeye başlamıştı...

‘’Ben bunu hatırlıyorum… e, bunu da hatırlıyorum!’’

Arkadaş değildik; sanki birer eski dost gibiydik. TRT’nin zaman tünelinde birbirimize rastlamıştık. Peşi sıra coşku dolu cümlelerimiz, elinde lavanta buketleri, bize doğru dönen arkadaşımın yükselen sesi ile kesildi:

‘’…ama ben de buradayım!’’

Aldıklarımızın parasını ödeyip çıkış kapısına yöneldik... Dönüp aktara ‘’Yazmayı niye bıraktın?’’ diye sordum. O, mahcup bir tavırla sözünü dudaklarında eritirken, ben cevabın sonunu beklemeden soruma söz ekledim:

‘’Tekrar geleceğim.’’

İstanbul’un tarihi semtlerinden biri.. ve semtin, ödüllü oyun yazarı aktarı.

*

İki gün, gündelik hayatın satır aralarında aynı soru zihnimi kurcaladı:

‘’Yazmayı niye bırakmış olabilir?’’

Yazmak amatörce bir uğraş olabilir; yazar olmak profesyonelliktir, bir seçimdir, hayat tarzıdır. İkisi için de kâğıt, kalem ve kendini ifade edecek dili bilmek yeterlidir

ama biri için hayatını adamak gerekir, kendini bilmek gerekir.

Herkes yazabilir ama herkes yazar olamaz. Yazar olmaya bu kadar yaklaşmışken, kendinden nasıl uzaklaşmıştı? Belli ki, tutkuluydu. Kor tutkusu, bana ‘eskiyi’ anlatırken hevesle gösterdiği her oyununda, gözlerinde parlayan ışığı tazeliyordu.

Parlak bir yıldızın, uzay mesafeden gelen ışığı gibi...

‘’Yazmayı niye bırakmıştı?’’ Belli ki, bi’ şeyler eksik kalmıştı.

O hikâyeyi öğrenecektim… Öğrenmeliydim. Zihnimde, o heyecana dair oluşan eksikliği tamamlamak istiyordum.

*

Üçüncü gün, bu sefer gündüz gözüyle, öğle vakti tarihi semtin aktarına yine gittim. Kalabalıktı; o şirin dükkânın içi müşteri kaynıyordu. Kapının önünde dükkânın boşalmasını bekledim. Aklımdan, sakin bir anda adama tüm hikâyesini anlattırmak geçiyordu. Sadece birkaç cümleden bile sağlam bir öykü çıkacak kadar doluydu adam ve dükkânı boşalmak bilmiyordu. İki müşteri kendi hallerinde içeride dolaşırken adama selam verip şevkle yanına yaklaştım.

‘’Beni tanıdın mı?’’

‘’Tanıdım… tabii.’’

‘’Senin hakkında yazmak istiyorum. Senin hikâyeni yazmak istiyorum.’’

‘’Yazacak ne var ki?’’

Bu sönük cevapla biraz duraksayıp sonra durumu toparladım:

‘’Öğle saatlerinde burası kalabalık oluyor herhalde… ne zaman daha sakin olur? Seninle biraz daha sohbet etmek isterim.’’

‘’Sabahları daha sakin olur.’’

‘’Tamamdır. Hayırlı günler o zaman; görüşmek üzere…’’

Onu gereksiz meşgul edip cevabındaki çekinceyi artırmamak için gülümseyerek oradan uzaklaştım.

Akşam, internetten telefon numarasını buldum ve dükkanını kapatmadan onu aradım. Çekincesini yumuşatmak istedim.

‘’Bugün, seni yazacağım dediğimde biraz korktun gibi ağabey…’’

‘’Yok, hayır. Korkmadım. Dükkân kalabalıktı.’’

‘’Çekinecek bi’ şey yok. Biraz daha sohbet edelim seninle. Bana yazmaktan bahset. Sabah kaçta geleyim, kaçta açıyorsun dükkânı?’’

‘’10 gibi açıyoruz.’’

*

Ertesi sabah tekrar gittim. İçeride orta yaşlı bir kadın etrafı toparlıyordu. Adamı sordum.

‘’O sabahları gelmez.’’

‘’Konuşmuştuk ama… sözleşmiştik. Sabah geleceğimi söylemiştim.’’

‘’Bi’ kaç saat sonra tekrar gelin isterseniz.’’

‘’Peki, teşekkür ederim.’’

İki saat sonra tekrar gittim. Kadın hala oradaydı ve müşteriler ile ilgileniyordu. İçeri girmeden büyük bir hayal kırıklığı ile oradan ayrıldım.

Belli ki, adam konuşmak istemiyordu. Yorgundu.

Parçalı bulutlu sonbahar günü içimdeki kırıkla tarihi semtin sokaklarında ellerim ceplerimde yürüyordum. Kendimi yenilmiş gibi hissettim. 

Yumruğumu sıkıp kaldırım diplerindeki taşlara tekme savurmadım.

Kızamadım. Çünkü bana ‘’Sabah gel dememişti.’’

Hayır da, dememişti; diyememişti. Onun yerine kaçmayı seçmişti. Belki, yazmaktan da böyle uzaklaştı diye geçirdim içimden. Kaçmıştı birilerinden, bi’ şeylerden… kendinden.

Birkaç saat daha dolandıktan sonra geri dönüp onu ikna edebilir miydim?

O aslında cevabını vermişti!

‘’Yazacak ne var ki?’’

Anlatacak çok şey vardı ama yazacak bi' şey yoktu.

Yazmak onun için artık o kadar da cazip değildi belki. Onun adına düşünürken aklımın bir tarafında, yazmanın yaşadığımız ülkede para etmediği ve tarihi bir semtte turistlerle dolu cadde üzerinde yapılan aktarlığın adamın karnının çok daha iyi doyurabileceği hep vardı ama tek cevap bu olmamalıydı. O ödüllü bir oyun yazarıydı.

Bir taraftan, yarım kalan sohbetimizi tamamlamadığı için adama kızmıyordum; diğer taraftan hala yazmayı niye bırakmasının sebebini merak ediyor, başka bir taraftan bıraktığı için ona öfkeleniyordum.

Belki de ikinci bir buluşmayı aynı cümleyi sonunda soru işareti olmadan kurmak için arzu ile kovalıyordum.

‘’Yazmayı niye bıraktın!’’

Ödüllü bir oyun yazarı hayatın hangi sahnesinde, kalemini nasıl terk eder ki? Hayat herkesi, her gün ödüllendirmiyor ki…

Hayatın öyle bir gücü de yok ya aslında. Hayat dediğin kendi seçimlerin ibaret değil mi? Kaderin defterine yazacakların için, sana bir kalem verilmedi mi?

Sadece, adamın beni zor durumda bırakmasına kızmadığıma emindim. Diğer her türlü canım sıkılmış ve kafam karışmıştı. O iyi bir adamdı; temiz bir ifadesi, mahcup duruşu vardı… ve gidip hikayesini zorlayamazdım. Bu, sonuna kadar zorlanacak bir durum, haber peşinde koşmak değildi. Bu onun özel alanıydı.

Eksikleri ile tamamlanıyor insan.

Hevesim kaçmıştı. Onun da hevesi mi kaçmıştı?

Sonra anladım ki, aslında onun hikayesi ile kendiminkini özdeşleştirmiştim. Zaman tünelinde karşılaşan iki dost değildik. Zaman tünelinde kendime rastlamış ve ondan yazmayı bırakmamasını istemeye çalışıyordum. Semtini seviyordum; dükkanını, adamı, başarısını sevmiştim. Evet, onun üzerinden kendimi motive etmek istiyordum.  

‘’Yazmayı bırakma; daha iyisini yap, daha çok çalış.’’

*

Zaman hızla akıyor ve biz yapamadıklarımızla yaşlanıyoruz.

Yaşadığımız ülkede kurulu olan sistem, düzensizlik üzerine inşa edilmiş ve yollarımızı yeteneklerimiz doğrultusunda yürümemize katkı sağlamıyor. Çoğu zaman buna izin vermiyor.

Çok iyi bir marangoz hayatına şoför olarak devam ediyor; çok iyi araba kullanan, üniversite sınavında denk getirdiği puanın mesleğini icra etmeye çalışıyor. Çok iyi resim yapan fırça alacak parayı bile bulamayabiliyor; belki iyi bir kimyager olabilecek birisi kendinden habersiz ticaret yapmaya çalışıyor, ticari kabiliyeti oldukça yüksek bir ziraat mühendisi mesleki mutsuzluğunu hayatının tüm aşamalarında yaşıyor.

Mutsuzuz ve iyi bir insan olmaya çalışmak çoğu zaman bizlere yetmiyor.

Oysa, tarama ekipleri kurulup tüm ilköğretim kurumlarına gönderilse mesela; çocukların kabiliyet, meslek eğilimleri üzerine aileler ve okul yönetimleri ile çalışmalar yapılsa… Çocuklar iyi oldukları konularda, maddi kaygılar yaşamaksızın, teşvik edilse; o doğrultuda eğitim alsa, nice yetenek bu verimsiz sistem içinde kaybolmayacak.

İnsanlar kendilerini daha iyi ifade edebilecekleri işler yapsa; mutlu olsalar. O mutluluk ekonomiyi de, sosyal hayatı da, geleceğe dair umutlarımızı da büyütmez mi?

TRT'den ödüllü bir oyun yazarı hayatı boyunca yazsa ve kendini de, içinde yaşadığı ülkenin kurumlarını da daha ileriye taşısa...

Ve sen dostum; sen, sen ol.. asla kendinden vazgeçme. Kaderin başarmaksa, bunu önüne çıkan zorluklara karşın pes ederek heba etme.  Mükemmel zaman ve mükemmel şartları yakalama imkanına sahip olmayabilirsin. Hiçbir zaman olmayacaksın. Kabiliyetlerini hayıflanarak ziyan etme; kendine yazık etme.

Koşmakta iyi isen, kaderde bunun bir sebebi vardır. Sonuç almadan maratonu bırakma.

Seçtiğin kaderindir.