Dolayısıyla ezanlar, ibadetler, sadece Ramazan ayında görünür hale gelen dinî unsurlar değildi. Ancak Ramazan ayı, o kendine has ruhuyla, iklimiyle, sesiyle, kokusuyla gelince de hayat büsbütün değişir, bambaşka bir manevî mevsime girilirdi.

Esasında Ramazan mevsimi, daha Ramazan ayı gelmeden, mübarek 3 aylara girilmesiyle başlayan bir mevsimdi. İçinde bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilen Kadir gecesini barındıran Ramazan, sabırsızlıkla beklenen, bir bayram sevinciyle karşılanan ve hüzünle uğurlanan çok müstesna bir zaman dilimiydi.

Bu rahmet, bereket ve mağfiret ayında, ibadetler çoğaltılır, sosyal yardımlaşma faaliyetleri canlandırılır, gelir dağılımındaki dengesizlik olabildiğince azaltılırdı. Ramazan ayı etrafında bütün kültürel unsurlarıyla birlikte oluşan bir Ramazan medeniyeti, bir ay boyunca hüküm sürerdi.

Osmanlı döneminde Ramazan ayında huzur ve sükûn havasının bozulmaması, asayişin sağlanması, halkın gönül ferahlığı içerisinde bir Ramazan geçirmesi için de tedbirler alınır; bu maksatla “Tenbihnâme”ler yayınlanırdı.

Bu Tenbihnâmelerde evlerin, işyerlerinin ve kişisel kıyafetlerin temizliklerine dikkat edilmesi, davranışlarda saygı sınırlarına riayet edilmesi, rahatsız edici tavırlardan sakınılması, fiyatların arttırılmaması, emniyet görevlileri dışında silah taşınmaması ihtar edilir, aksine hareket edenler cezalandırılırdı.

Ramazan kış dönemine denk gelmiş de olsa, yaz dönemine denk gelmiş de olsa Ramazan’ı fizikî mekânlarda da temiz olarak karşılamak için evlerde, camilerde, mescitlerde adeta bir bahar temizliği yapılırdı. Bu temizlik faslının yanı sıra, sair zamanlarda kullanılan ve yıpranmış olanların yerine yeni seccadeler; daha güzel, daha değerli görülen tesbihler, dolaplardan, sandıklardan çıkarılırdı. Kur’ân-ı Kerîmlerin kılıfları değiştirilir, misvakların uçları açılır, muteber sofra takımları silinip parlatılırdı.

Ramazan’da tabiî olarak kiler de elden geçirilir, Ramazan ayı boyunca iftarda ve sahurda sofraları donatacak, davetlilere ikram edilecek olan yemekler, hoşaflar ve tatlılar için malzemeler, önceden temin edilirdi. Hali vakti yerinde olanlar, çeşit çeşit peynirleri, kol kol pastırmaları, kangal kangal sucukları, rengârenk reçelleri, rengârenk baharatları, kahveleri, şekerleri, şerbetleri, bakliyatı, makarnaları, erişteleri, turşuları, hurma, incir gibi kuru meyveleri, Ramazan’dan önce temin ederlerdi. Bu hazırlıklar, çarşıyı-pazarı da hareketlendirir, ticarî hayatı canlandırır ve şenlendirirdi.

Hali vakti yerinde olmayanlar da bu hareketlilikten, bu bereketten mahrum kalmazlardı tabi. Hayırsever zenginler, Ramazan başlamadan önce yoksulların evlerine bir aylık erzak gönderirlerdi. Çeşitli vakıflar da faaliyetlerini hızlandırır, ihtiyaç sahiplerini aç ve açıkta bırakmazlardı.

O dönemin vazgeçilmezlerinden olan Ramazan davulcuları da hazırlıklarını yapar, kimileri muteber semtlere ve büyük şehirlere giderlerdi. Karagöz oynatıcıları da Ramazan hazırlıklarını yapar, malzemelerini elden geçirirlerdi.

Ramazan öncesi camilerde de hummalı hazırlıklar başlar, o Ramazan’da asılacak olan mahyalar, mahyacılar tarafından itina ile hazırlanırdı. Günümüzde Latin harfleriyle hazırlanan mahya yazıları, Osmanlı döneminde Arap harfleriyle hazırlanırdı. Her camiye mahya kurulmazdı elbette. Mahya kurulan camiler, büyük ve muteber camiler olurdu.

Ramazan ayının tam olarak hangi gün başlayacağı, devlet görevlileri tarafından oluşturulan hilâl gözlem heyeti tarafından, “yevm-i şek” denilen gece, yüksek bir tepede ay gözetlenerek belirlenirdi. Hilâlin göründüğü gece kadı tarafından gözlem heyetine ziyafet verilirdi. Ramazan ayının başladığı halka ilân edilir; top atışları yapılır, davulcular davul çalar, mahyalar yakılır, caddeler de kandillerle donatılarak aydınlatılırdı.

Osmanlı döneminde zenginlerin oturdukları mahallelerle fakirlerin oturdukları mahalleler farklı semtler değildi. Aynı mahallede zenginler de yoksullar da bir arada, yan yana yaşarlardı. Bu beraberlik, zenginlerin fakirleri koruyup gözetmelerini de kolaylaştırırdı.

Ramazan ayında bu kaynaşma, bambaşka olurdu. Büyük konaklarda, köşklerde, Ramazan boyunca konu komşuya iftar yemekleri verilirdi. Herhangi bir konakta iftar veriliyorsa, bundan haberdar olan herhangi bir kişi, davet edilmeksizin bu iftarlara katılabilir, kapıdan geri çevrilmezdi. Bu tür davetsiz misafirler için ayrı sofralar kurulur, herkes ne yiyip içiyorsa onlara da ikram edilirdi. İftarın ardından misafirler uğurlanırken, kendilerine “diş kirası” diye tabir edilen bir mikdar para ve hediyeler verilirdi.

Karagöz ile Hacivat

Ramazan ayının en büyük eğlencesi, “Karagöz ile Hacivat” gösterileriydi. Çok kültürlü bir Osmanlı toplumunun insan çeşitliliğini ve folklorik zenginliğini yansıtan Karagöz, aynı zamanda halkın sıkıntılarının idarecilere yansıtılması için bir vasıta özelliği de taşıyordu. Karagöz, sokaktaki sıradan vatandaşı, Hacivat ise aydın zümreyi temsil ediyordu. Bu ikilinin daha çok kelime oyunlarına dayalı mizahî diyalogları, 7’den 70’e herkesi eğlendiriyor, halkın duygu ve düşüncelerine de tercüman oluyordu.

Halkın yaşantısının ne durumda olduğunu, hangi sıkıntıların yaşandığını ve halkın hangi uygulamalardan şikâyetçi olduğunu anlamak isteyen padişahlar, tebdil-i kıyafet ederek, yani tanınmamak için kıyafet değiştirerek halkın sesini dinlerlerdi. Bu uygulama, Ramazan ayında da hayata geçirilirdi. Padişah, arife gününden başlayarak ilk üç gün, kimliğini gizleyerek halkın arasında dolaşırdı. Yaşanan sıkıntıları tespit eden padişah, onların giderilmesi için derhal ilgili devlet görevlilerine talimat verirdi.

Devletin idare merkezi olan sarayda, Ramazan’ın başlamasıyla birlikte her gün padişahın huzurunda Kur’ân-ı Kerîm’deki surelerin tefsiri yapılmaya başlanırdı. Bu ilim sohbetlerine de “Huzur Dersleri” denirdi.

Teravih namazlarını genellikle sarayda kılan padişah, Ramazan boyunca dört-beş defa da saray dışında halkla beraber namaz kılardı. Ramazan’ın 15’inci günü mukaddes emanetlerin bulunduğu “Hırka-i Saadet Dairesi” ziyarete açılır, padişah da ziyaret ederdi.