Türkiye, bundan tam 42 yıl önce uyandığı 12 Eylül sabahında darbe sesleri duydu. Sokaklarda, meydanlarda askerler, tanklar vardı. Radyo da ise Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve arkadaşları’nın talimatıyla ordunun yönetime el koyduğu haberi veriliyordu. Böylelikle, Türkiye sadece 20 yıl içinde 3’ncü kez üniformalı askerlerin yönetimine girmişti. Ancak bu defa darbeyi yapanların çıkardığı fatura ağırdı. Tüm siyasi partileri kapatılmış. Liderleri sürgüne göndermişti. Sokaklarda ise cadı avına çıkılmıştı. 650.000 bin kişi gözaltına alınmış. 1 Milyon 683 bin kişi fişlenmiş. 230.000 bin kişi yargılanmış. 7.000 bin kişi idam ile yargılanırken, 50 kişi ise idam edilmişti. Deyim yerindeyse, darbeden etkilenmeyen hiçbir kesim kalmamıştı. Kısacası 12 Eylül ülke tarihine kara bir leke olarak geçecek ve hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktı.

Mahir Damatlar, 1954 yılında Yozgat’ta doğdu. 1978 yılında Muhsin Yazıcıoğlu’nun isteği üzerine Ülkü Ocakları Genel Merkez’inde görev alan Damatlar, 12 Eylül müdahalesinde en çok arananlardan biriydi. Mahir Damatlar 1980 darbesini ve yaşadıklarını tv5.com.tr’ye anlattı.

? Eylül darbesine gidilen süreci ve ortamı anlatır mısınız?

1978-80 arasında her gün 30-40 kişi ölüyordu

1980 yılına doğru gidilirken olaylar süratle artıyordu. 60’lı yılların sonlarında başlayıp, 80 yılına kadar devam eden süreçte Avrupa'dan yansıyan sosyalist özenti hareketinin, Türkiye'yi etkilemesi söz konusuydu. Fakat bu ideoloji Türk milletinin değerleri ve inançlarıyla bağdaşmıyordu. Dolayısıyla zaman zaten faaliyet gösteren milli kültürü, inançları yaşama ve yaşatmaya çalışma gibi gayretler içerisinde olan bir takım gençlik yapıları vardı. Bunların başında Milli Türk Talebe Birliği gelirdi. Bu sosyalist ideolojilerin karşısında duruyordu. Daha sonra yavaş yavaş ülkü ocakları oluşmuştu. Zaman içerisinde bu ağırlıklı iki odak arasında sıkıntılar baş gösterdi ve çatışmalar oluyordu. Zaman zaman devlet, polis ve ülkücü gençlik ile çatışıyordu. 1980 yılına gelindiğinde diyelim ki 1500-2000 arası olay olurken özellikle 78 ile 80 arasında bu sayı 5000’e çıktı. Yani bir zamanlar ayda bir kişi ölürken bu sayı günde 30-40 kişiyi buluyordu.

Şartların olgunlaşmasını beklediler

Tabi bunu daha sonra düşündüğümüzde Orgeneral Bedrettin Demirel'in sözü geliyor “Biz ihtilali daha önce yapacaktık ancak şartların olgunlaşmasını bekledik.” Bu olgunlaşmasını bekleme döneminde yaklaşık 3 bin kişi öldü. Bu olayların karanlık yönleri de vardı. Mesela bazı insanların ülkücüler veya komünistler tarafından öldürülmediğini görüyorduk. Diğer taraftan toplumsal olayların da gittikçe arttığına şahit oluyorduk. Sivas Olayları, Çorum Olayları, Maraş olayları ve Merzifon olayları gibi değişik yerlerde bir saman alevi gibi yayılacağı düşünülerek, Alevi-Sünni çatışmasına dönüşen birtakım olaylar organize edildi. Biz o zaman ülkücü hareketin gençlik liderleri olarak hiçbir zaman Alevi Sünni çatışmasını tasvip etmedik ve olayların yatışması noktasında gayretler gösterdik. Sivas'ta o zamanki Ülkü Ocakları Başkanı, Alevi vatandaşlarımızın dükkanlarının önünde durarak halkın taş atmasını önlemeye çalışırken, kolu bacağı kırılmıştı. Yani 12 Eylül'e giden süreci 68’den, 78’e kadar ayrı değerlendirmek lazım. 78 ve 80 arası ise özellikle ihtilali yapan güçlerin itiraflarına göre olgunlaşmamıştı. İki sene öncesinden bu olaylar başladı ve olgunlaştırıldı. Bizim kanlarımız üzerinden ihtilali olgunlaştırdılar. Biz o Sovyet yayılmacılığının memleketimize gelmemesi için belki genç yaşlarımıza rağmen omuzlarımızda büyük bir yükle mücadele etmeye çalışıyorduk. Tabi bu olaylar sırasında darbe olmuş olmamış pek oralara bakmıyorduk ama süreç biraz öyle gidiyordu.

?Darbeyi ne zaman öğrendiniz?

11 Eylül günü Türkeş ihtilalin olacağını söyledi

Biz rahmetli Alparslan Türkeş beyefendiyle 11 Eylül günü beraberdik. İkindi vakti rahmetli Alparslan Türkeş, “Çıkalım” dedi. Yolda giderken karşı tarafta bir araba bozulmuş gibi duruyordu. Arabayı sağa çektik. Rahmetli Alparslan Türkeş, bize “siz gelmeyin” diyerek güya tamir edilen arabanın yanına gitti. Orada birisiyle bir şeyler konuştu. Ben onu gördüğümde tanıdım. Hassas yerlerde görev yaptığını zannettiğimiz birisiydi. Alparslan Türkeş görüştükten sonra gergin biçimde arabaya bindi. Oğlum “Bugün ihtilal olacak.”dedi.  Ona göre tedbirlerinizi alın. Daha sonra evine gittik, orada iki saat kaldıktan sonra çantayla birlikte çıktı. Yaşar Okuyan ile zırhlı aracına bindi. Ben arka arabadaydım. Yaşar Okuyan’ın evinden pardösü istedi. Ben bir de kasket buldum. Biraz iri yarı bir arkadaşındı. Bunları rahmetliye teslim ettim, giyindi hatta pardesünün içinde kaybolur gibi oldu. Yaşar Okuyan ile birlikte yola çıkarlarken, “Siz burada kalın” dedi. Yani ihtilal gecesi yollarımız ayrıldı. Darbe olacağını bu şekilde öğrenmiş oldum. O gece arabalarla Eskişehir yoluna tarafında askeri birliklere, meclise, radyo evine ve Genelkurmay’ın oraları gezdik. Pek bir hareketlilik yoktu. Ancak sabah saat dört sularında tankların harekete geçtiğini gördük. İhtilali böyle karşıladık.

?Darbe öncesi kesimler (Sağ-sol) arasında çatışmalar vardı. Kesimlerin bakış açıları cezaevi sonrası değişti mi?

12 Eylül’de sağ-sol çatışması yoktu

Şimdi 12 Eylül öncesi grupları sağ ve sol olarak değerlendirdiğimizde teşhisi yanlış koyarız. Memleketteki sıkıntılar bu yüzden bitmedi. 45 sene öncesine gidelim. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi Abdullah Öcalan, Ali Haydar Kaytan, Mustafa Karasu, Cemil Bayık bunların hepsi şu anda PKK’nın, KCK’nın Üst düzey yöneticileridir. Yani 45 sene evvel solcu dedikleri bu insanlar yarım asırdır. Türkiye'nin ekonomisini alt üst ediyorlar. Toprak bütünlüğünü tehdit ediyorlar. O zaman bunlara karşı çıkan ülkücüler de bu mantığa göre sağcı olmuş oluyor ve bunun adı da sağ sol çatışması olmuş oluyor. Biz bunları sağ ve sol olarak kodlarsak teşhisi yanlış koymuş oluruz. 12 Eylül öncesinde sağ ve sol çatışması yoktu. Bayrak düşmanı, devlet düşmanı, yabancı ideolojilerin kuklası konumunda olan Marksist ve ateist bir güruh vardı. Adına solcu gençlik diyebilirsiniz. Bir de yeniden geçmişte olduğu gibi Selçuklu gibi Osmanlı gibi “Medeniyetin Bakiyesiyiz” diyen ve yeniden medeniyet inşa etmenin gerekli olduğunu savunan, bu toprakların bütün değerleriyle barışık bir gençlik vardı. Elbette biz bunlarla aynı cezaevlerine kapatıldık. Aynı koğuşlara konulduk. Hatta aynı hücrelerde kaldık. Ben yıllarca aynı hücrede, Dev-Yol’un merkez komite üyelerinden birisiyle kaldım. Oranın şartları gece gündüz kavga edelim tarzında değildi. Ama ne ben ona ne de o bana fikrini kabul ettirebildi ki böyle bir fikir tartışmasına da girmezdik. Orada bir mecburi beraberliğimiz vardı, orada başladı, orada bitti.

? Cezaevi sürecinizde unutamadığınız bir olay var mı?

 

Tüm salon birlikte İstiklal Marşı okuduk

Elbette çok hatıramız var. Cezaevinde bütün arkadaşlarımızın hatırlayacağı bir gün var. 19 Ağustos 1980 günü MHP ve ülkücü kuruluşlar davasının açılış mahkemesi vardı. Bin civarında tutuklu arkadaşlarımız Adana, İstanbul, Bursa, Eskişehir gibi Türkiye'nin değişik yerlerinden getirilip, MHP ana davası oluşturuldu. Her bir arkadaşımız Adana’da polis okulu, Ankara Mamak Garnizonun içerisinde C-5’te işkence gördü. Aralarından öldürülenler oldu. Bugünü unutulmaz kılmak için harekete geçtik. Sonra rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş mahkeme salonuna girerken, hep beraber ayağa kalkalım ve İstiklal Marşı okuyalım diye karar aldık. Mahkeme heyeti geldi. Normalde mahkeme heyeti bütün sanıklar yerlerini aldıktan sonra içeri girer ve herkes ayağa kalkar ama öyle olmadı. Salon hınca hınç doluydu. Daha sonra kapı açıldı. En önde rahmetli Alparslan Türkeş ve arkasında diğer partili ağabeyler girerken, biz ayağa kalktık ve tek bir ağızdan İstiklal Marşı okuduk. Müthiş bir duygu seli vardı. Mahkeme heyeti de bize eşlik etmeye mecbur kaldı. İstiklal Marşını okumamız, bizim farklı yerlere mesajımızdı. Önce kendi arkadaşlarımıza, “Arkadaşlar biz bu kadar zulüm, işkenceyle karşı karşıya kaldık ama yıkılmadık. Bakın dimdik ayaktayız.” Rahmetli Alparslan Türkeş’e ise “Bil ki, gençlik, dimdik, ayaktadır. Bu zulümden yılmamıştır, davasına sahip çıkıyor.” Bu mesaj bir de mahkeme heyetineydi, “Ey mahkeme heyeti. Savcıların maharetiyle özel karakollar kurdurttun, bu kahraman gençliğe zulmettirdin, işkence yaptırdın. Ama bizi yıldıramadın. Biz dimdik ayaktayız.”

?Kenan Evren’in o zamanki uygulamaları, söylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kenan Evren, Amerika’nın has adamıdır

15 Temmuz günü FETÖ denilen bir haine Amerika işaretini verdi. Ancak darbe girişimi başarılı olamadı. 12 Eylül'de de ise Amerika'nın has adamı Kenan Evren ve o beşli çete talimat alarak darbe yaptılar. 15 Temmuz'da FETÖ'nün yapamadığını onlar 12 Eylül'de yaptılar. O dönem işkenceler yapılarak insanlar öldürüldü. Devlet yapmadı, içeri sızan ajanlar yaptı bunları. O dönem Amerikan Başkanına haber gidiyor, “Bizim oğlanlar başardı” diye. O bizim oğlanlar dediği Kenan Evren, Nurettin Ersin ve diğerleriydi. Çünkü darbeyi yaptıktan sonraki ilk iş Yunanistan'ı NATO'nun askeri kanadına alınmasına izin verdi. Bugünkü temel sorunlarımızdan birisinin nedeni bu uygulamadır. Türkiye de pek çok eli silah tutan terör örgütleri vardı. Dev-Yol, Dev-Sol, Halkın Yolu ve benzerleri. Ama 12 Eylül sabahı silahlar sustu. Bütün örgütler kapatıldı. Cezaevlerine gönderildiler. Asılanlar oldu. Bizim 8 tane arkadaşımız siyasi suçtan, 2 tane arkadaşımız da gayri siyasi olarak idam edildi. Toplam 50 kişi infaz edildi. Birçok arkadaşımız cezaevinde hastalandı öldü. Hüseyin Kurumahmutoğlu namaz kılıyor diye başına vurulan copla öldürüldüğünde 1987 tarihindeydi. Yani demokrasiye çoktan geçilmişti. 1970’li yılların sonunda kurulan PKK o zamanlar küçük bir örgüttü. Ancak Kenan Evren'in o ihtilal döneminde palazlandırıldı. Yani bunu şöyle sembolize edebiliriz. PKK, Kenan Evren’in gayri meşru çocuğudur ve dünya çapında bir örgüt haline getirilmiştir. Kenan Evren deyince bu iki hususu unutmamak gerekiyor.

İnşallah bir daha darbeler olmaz

Türkiye artık darbeler ülkesi olmaz. Bu düşüncelerle 12 Eylül'ü hatırlayarak buruk olarak yad ediliyoruz. Ve inşallah bir daha 12 Eylüller, 28 Şubatlar, 27 Mayıslar, E-muhtıralar ve 15 Temmuzlar olmaz. Türkiye iktidarıyla muhalefetiyle birlik içerisinde inşallah layık olduğu yere gelir.